Son 3 yılda 4 kere gittiğim, sevilecek hiç bir şey yok gibi görünse de garip bir şekilde sevdiğim Pakistan anılarıma hoş geldiniz. Yazı bitince ne kadar uzun olduğuna şaşırdım. Anlatılacak daha çok şey var ama fazla uzatırsam okunmayacağından çekinip bu kadarını aktardım.

İlk İzlenimler

İlk izlenim nerede başlar? Uçakta. Daha ilk Pakistan uçuşunda şunu öğrendim. Uçaklar cep telefonu açık diye düşmüyor. Düşüyor olsa ilk ziyaretimdeki Katar-Lahor uçağı düşmüş olmalıydı. İnişe geçtiğimiz sırada bizim oturduğumuz bölümde en az 15 kişi aynı anda telefonla konuşuyordu. Garibim hostesler deli oldular. Bir sıra önümdeki orta dörtlüdeki 4 kişi de, aynı anda, hello, hello, selamın aleyküm diye birilerine seslerini duyurmaya çalışıyordu. Hostes gelip sinirle kızıyor, uyarıyor, telefonu ceketine sokan bu arkadaşlar sanki yaramaz lise öğrencisi gibi hostesin arkasını döndüğü anda telefonu çıkarıp konuşmaya devam ediyorlar.Yani özetle bugüne kadar bizim iç hatlarda şahit olduğum bir sürü cep telefonu açık kavgası ve gerginliğine pek gerek yokmuş.
Ayrıca Pakistan uçağında herkes kelebeğe dönüşen tırtıl misali değişime uğruyor. Binerken yolcuların %90’ı batılı kıyafetleriyle bindi. Arada bir yemek yedik. Biraz uyudum, uyandım. O arada ne olduysa oldu, inenlerin %90’ı beyaz, krem entarilerle indi. Hangi arada değiştiler ne oldu anlamadım. Allahtan benim kıyafetim değişmemişti. Artık uçakta uyanınca önce üstüme başıma bakıyorum.
Peki, ilk izlenimler nerede devam eder? Uçaktan inince, pasaport kontrolünde, hava alanından çıkınca. İşte hayatımın en problemli pasaport işlemlerini Pakistan’da yaşadım. İlk ziyaretimde aksan farklılığı çarptı önce. “Datebö” sorusunu tam 4 kere tekrarlattım adamcağıza. “Da te böö”, “daa tee böööö”. Meğer “date of birth” muş adamın merak ettiği. Bu sırada daha iyi anlamak için önümdeki göğüs hizasındaki kontuara yaslanıp kafamı adama uzatmıştım ki, adamla aramızdaki 30 santimlik alandan bir hamamböceğinin koşturarak geçmesi görevli ile aramızdaki samimiyeti birden bitirdi. İşlemin sonuna doğru başka bir böcek daha gelip az önce geçen arkadaşını aradı. Ve bu böcekleri tek fark eden ve garipseyen bendim. Buralarda böcekler sinekten daha iğrenç değil sanki.Hele 4. seferde beni ülkeye almayıp sınır dışı etmek istediler ki, o ayrı bir yazı konusu olur. Bana bu kadar yardım etmek isteyen insanların nasıl olup ta bu kadar sorun çıkardıklarını ilgiyle izledim.  8 saat kadar bir sandalyenin üzerinde, etraftaki böceklere yem olmamaya çalışarak bekledim. Arada uyudum uyandım, aynı şeyleri 15 farklı insana defalarca anlattım. Koluma iki polisin girip, “Geldiği uçağa bindirin” dediklerinde çırpındım. Ama sonunda ülkeye girdim.
Gideceklere ilk notum. Pakistan büyükelçiliğine vize için başvurduğunuzda, artık iki ülke arasında vize kalktı, gerek yok demelerine sakın inanmayın. Ben yine de istiyorum diye ısrar edin. Israr edince veriyorlar. Dördüncü ziyaretimde bana geçmişte 3 kere vize veren büyükelçiliğin artık vize yok demesi yalanına kanıp süründüm o kadar.

Güvenlik

Pakistan, tüm seyahatlerimde güvenliğin en büyük sorun olduğu yerdir. 2008 yılında ortam çok daha sakindi. Ziyaret ettiğim şehir olan Lahor’da hiçbir intihar saldırısı, bombalama olmamıştı. Hatta bir Pazar günü yanımda güvenlik görevlisi, yerel iki insan ve karartılmış camlı bir ciple şehri bile gezmeme izin vermişlerdi. Zaten tüm güzel fotoğraflarım o günden. 3 yıl içerisinde politik durumlar çok değişti. Benim takip edebildiğim kadarı ile sadece Lahor’da 15’den fazla intihar saldırısı oldu. 300’den fazla kişi bu saldırılarda öldü. Buna karşılıkta beni davet eden firma, benim emniyetim için güvenlik önlemlerini giderek arttırdı da arttırdı.Son ziyaretimde şöyle bir süreç vardı. Şirketin güvenlik müdürü beni daha gitmeden aradı. Bir doküman gönderdiğini, okuyup onu geri aramamı söyledi. Lahor’un ve Pakistan’ın güzelliklerini anlatan bir bölümle başlayan doküman, benim güvenliğimin onlar için ne kadar önemli olduğu, daha sonra neler yapılması gerektiği ile devam ediyordu. Misafiri çok germemek için bu dokümanda sadece buluşmaya kadar olan süreç anlatılmış.Bir fotoğraf koymuşlar. Bu kaytan bıyıklı, briyantin saçlı arkadaş seni karşılayacak kişidir. Bu kişi dışında kimseyle konuşma. Telefonu budur. Adı budur. Hemen şimdi cep telefonuna kaydet. Senin bineceğin araç şu marka ciptir. Plakası budur. Bu da fotoğrafıdır. Bu araçtan başka bir araca binmeyi reddet. Seni karşılayacak kişi, senin kimliğini deşifre etmemek için elindeki tabelada adını değil, farklı bir yerel takma ad yazacak. Bu ismi ezberle.Seni karşılayacak kişi tam kapının karşısında olacak. Kapıdan çıktığın an onu görmelisin. Eğer bir sorun oldu ve göremedin, sakın bekleme ve arama, hemen sola dön. Önüne bakarak hızla yürü. 6 tane dükkan geç. Çiçekçi, fotokopici, büfe, çiçekçi, boş dükkan olacak. Bunları geç ve 6. dükkana gir kapıyı kapat. Bizi ara. Şoför de seni bulamazsa sıra ile xxxx adımlarını takip edecektir. Bla bla bla…. Buluşunca arabada sana bir çanta verilecek. Yönergelerin devamı o çantada. Senin güvenliğin için her şeyi yapacağımızı bil. Hehheyyttt. Okudum gaza geldim. Tamam dedim, tıpkı James Bond filmi gibi. Bunca atraksiyon beklentisi ile çıktım kapıdan, benim kaytan bıyıklı karşımda beni bekliyordu. Takma adımda yanlış hatırlamıyorsam Safdar’dı. Tıpış tıpış arabaya bindik. Hiç heyecanlı değildi. Arka koltuğa kuruldum. Elime çantayı verdi. Açtım. Yeni yönergeleri okumaya başladım. Bu dokuman biraz daha gericiydi. Çantadaki telefonu al. Bunu sürekli şarjlı tut. Kendi telefonun da sürekli tam şarjlı olsun.Çantada bir Lahor haritası var. Haritada 3 tane güvenli nokta belirtilmiştir. Onlara bak. Yolculuk sırasında bir kaza veya patlama olursa aşağıdaki uygun durumdaki aksiyonları al. Yönergelerin gerisi odanda seni bekliyor.
a)      Şoför kendinde: Sen bir şeye karışma o gerisini halleder.
b)      Şoför kendinde değil, araba hareket edebilir durumda: Hemen direksiyona geç ve hızla oradan uzaklaş. Asla arabadan inme. Asla kimseye yardım etmeye çalışma. Telefonla bizi ara. Haritadaki en yakın işaretli noktaya git. Gerisini biz hallederiz.
c)       Şoför kendinde değil, araba hareket edebilir durumda değil: (Aha dedim. Şimdi olay ısınıyor) Arabadan inme. Kimseye yardım etmeye çalışma. Kimse ile konuşma. Kapıları kilitle. Sana kapıyı aç derlerse, konuşurlarsa, bağırırlarsa bile tepki verme. Kimsenin yüzüne direkt bakma, göz teması kurma. Hep yere bak. Yapabiliyorsan ağlıyor gibi yap. Bizi ara. Biz gerisini hallederiz. (Her seçenek biz gerisini hallederiz ile bitiyor) İnsan D seçeneğini de bekliyor ama D seçeneği yok. Çünkü geriye kalan tek seçenek, benim de kendimde olmamam. O durumda bir şey yapmamı beklememişler Allahtan. Eve vardık. Kapıda göbeğine kadar sakallı, Usame’nin kayınçosu tipli, zayıf ve eli kalaşnikoflu amcalar bekliyor. İlk 3 sefer şehir merkezinde son derece güzel, lüks bir villada benzer güvenlik önemleri ile kalmıştım. Ev çok rahattı. Uşaklar, aşçılar falan… Son sefer şehrin dışında, güvenlik olarak daha sıkıntılı bir yerde kalıyordum. Esas sorun burada bir sürü Avrupalının kalması gerekmiş ve hiç biri gelmek istememiş. O insanları ikna için güvenlik önemleri abartılı şekilde arttırılmış. Ben de nasibimi almışım. Odama girdim. Mezar gibi. Pencere yok. Tavana doğru 20X20 bir havalandırma deliği var. Duvarda bir yazı. Bu odada pencere olmamasının sebebi, bu odanın “blast proof” olmasıdır. Patlamalarda bir şey olmaz demek istemişler. Ee tamam öyle olsun.Yatağa oturdum. Yanımdaki duvarda bir yazı.
“Bir patlama veya saldırı olduğunda hemen yatağın solundaki boşluğa atla”.
Eee hani patlamada bir şey olmuyordu? Okumaya devam edelim.
“Orada gerekli her şey var”.
Bakıyorsun, oraya gaz maskesi, su, meyve suyu, çikolata, radyo ve şarja takılı bir cep telefonu koymuşlar.
“Burada seni 2 gün idare edecek yiyecek var. Radyodan dışarıyı dinle. Bıdı bıdı …”Aynı yazı ve malzemeler yine tuvalette otururken de sana bakıyor. İlk defa tuvalette otururken gerildim. 2 gün tuvalette oturup gofret yiyerek radyo dinleme fikri hoşuma gitmedi. Bu kadar güvenlik yazısıyla sizi sıkmayayım. Ama dahası var inanın. Sonuçta orada olduğum sürece hiçbir şey olmadı. Ajan filmleri gibi başlayan seyahat, 1980lerin Türk sanat filmleri kadar aksiyonsuz ve heyecansız devem etti.

Şehirle İlk Tanışma

Tabi ilk tanışma ilk ziyaretimde oldu. Yani sakin zamanlarda. Beni ağırlayan ev sahibim, alışveriş için ucuz elektronik eşyalarının satıldığı bir alışveriş merkezine götürdü. Hafeez Center İstanbul’daki Doğu Bank’ın Pakistan sürümü gibi bir yer. Tabi bu sürüm farkı sanıldığından daha ciddi bir farklılık oluşturuyor. Elimde kocaman fotoğraf makinesi ile adamların günlük hayatını, şaşkınlıkla çeken soluk benizli gibi görünmek istemediğim için birkaç kare dışında fotoğraf çekemedim. Çektiklerim de işte aşağıdakiler. Ortam hakkında size fikir verecektir.Burası hakkında anlatılacak ilk dikkatimi çeken şey silahlı insanlar. O kalabalığın arasında yine sakalı göbeğine kadar uzanan, elinde boru silahı dedikleri bir tür ilkel tüfek olan adamlar dolaşıyor.Eee ne var bunda askerdir, polistir, güvenliktir diyeceksiniz. Ama bu adamlarda üniforma olmadığı gibi ayağında bir şıpıdık terlik, üstünde bizim Sümerbank çizgili pijama, onun üstünde de ceket veya entari var. Tip korkunç, elinde silah, resmi kıyafet yok. Bu adamdan korkmalı mıyım yoksa bir şey olsa ona sığınmalı mıyım diye düşünüyor insan. Burada kimler iyi adamlar, kimler kötü adamlar anlamak zor. Bizim gözümüze hepsi kötü adam gibi görünüyor.Ev sahibimin alışverişini beklerken Lahor’un bu en büyük elektronik alışveriş merkezindeki asansörlerinin önünde duruyordum. Etraf nispeten boştu. Kimse asansörü kullanmıyor gibiydi. Sırf meraktan fotoğraftaki soldaki asansörün çağırma düğmesine bastım. Ve asansör gelmeye başladı. Vayyy çalışıyor diye şaşırırken asansör geldi ve görünmeyen birisi asansörün kapısını açtı.Kabinde yerde yastıklar ve yatak gibi bir şey üzerinde oturan bir adam vardı. Asansörün kapısını içeriden itti ve kafasını çıkardı.  Oturduğu için kapının kulbu hizasından çıkan kafa önce şaşırttı ama aralıktan içeriyi görünce bu adamın aslında o asansörde yaşadığını fark ettim. Kim çağırdı beni gibisinden etrafa bir baktı kapıyı kapattı.Şehir genel olarak tozlu. Ama öyle tozlu ki ağaçların yaprakları tozdan yeşil rengini kaybetmiş. Bu da şehri temiz bir yer olarak algılanmaktan alıkoyuyor. Bu toz bölgenin doğal yapısından kaynaklanıyor. Temizlenerek gidecek bir toz değil. Hava kuru ve yağmur az yağıyor. Bu nedenle havada gözle görünür bir toz durumu var.

Trafik

Tüm eski İngiliz sömürgeleri gibi trafik soldan akıyor. Yollar şehir merkezinde beklediğimden çok daha iyi. Özellikle 2010 sonlarında yol kalitesi bizi geçmişti.
Ama trafiğin kalitesi yolun kalitesi ile doğru orantılı olacak diye bir şey yok.
Ortalama bir caddeye baktığınızda gördüğünüz araç dağılımı şöyle. %40 motosiklet/bisiklet, %10 eşek, %10 at arabası %20 kamyon, %20 otomobil.
Tüm bu araçlar herhangi bir şerit kavramı gözetmeden, uygulanmayan trafik kurallarını yok sayarak, son derece hızlı şekilde ve büyük bir ahenk içinde hareket ediyorlar. Hiçbir kaza da görmedim. Arabalarda da çizik, göçük yok. Adamlar araba kullanmada aşmışlar. Neden F1 yarışlarında hep Finli veya Brezilyalılar başarılı anlamak mümkün değil. Bir Pako katılsa inanın pistin tozunu atacak.
Hızlı şerit, yavaş şerit gibi bir şey yok. En sağdaki (ki buraya göre hızlı şerit olmalı) şeritte birisi 30’la gidebiliyor. Onu gören solundan geçebiliyor. Sağından da geçebiliyor. Yer varsa karşı şeride de girebiliyor. Her şey mümkün.
Trafikte gördüğüm acayiplikler ise anlatmakla bitmez. Bir kere motosikletleri minibüs gibi kullanıyorlar. 2 kişiyi, 3 kişiyi, 4 kişiyi tek motosikletle görmek çok olağan. Ve üzerinde 4 kişi ile giden motosiklet sakin sakin de gitmiyor. Makas atıyor, sağa sola yatıyor, hız yapıyor. Benim rekorum 6 kişilik motosiklet görmek oldu. 6 kişiyi taşıyan aleti de bir FatBoy sanmayın. Bildiğin mobilet bozması. İşte ispatı.
Kamyonlar ise süslü. Öyle biraz işlemeden, boyamadan bahsetmiyorum. Kamyonlar süsten görünmüyor. O kadar ki, kamyon şoförü de süsten dışarıyı göremiyor. Çünkü kamyonun kasası, kabini, yanı, üstü süsle kaplanmış. Yetmemiş, yan camları süsle kaplanmış, o da yetmemiş aynaları kapatmışlar. Sonra şöyle geçip karşısına bakmışlar. “Hmmm çok güzel oldu yaaa, ama ön cam boş kaldı, birazda orayı boyayalım” demişler ve ön camı da boyamışlar. Şoför de dışarıyı görebilsin diye birer delik bırakmayı da unutmamışlar tabi ki. Sonuçta trafik güvenliğini göz ardı edemezsin. Can taşıyorsun. Bu süslemelerin bir servet olduğunu söylediler ve süssüz bir tane kamyon görmedim.İkinci ilginç alışkanlık ise bu yardım seven adamların motosikletle giderken bir bisikleti veya başka bir motosikleti çekme suretiyle yakıt tasarrufu yapmaları. Bunu da bir halatla değil elle yapıyorlar. İki motorun üzerindeki iki adam, birer elle gidonu tutarken boşta kalan elleri ile birbirini tutuyorlar. Ve bu şekilde dengelerini kaybetmeden, iki motoru birbirine geçirmeden, trafikte birlikten kuvvet doğar mottosu ile ele ele yol alıyorlar.

Otobüsler bu kadar olmasa da benzer durumda. Tavanları, camları, yanlarının çürümemiş kısımları resimlerle, süslemelerle bezenmiş.
Otobüs demişken toplu taşıma da pek güzel. Minibüse doluşmak denilince İstanbul’da üniversite yıllarında bindiğim Topkapı-Esenler minibüslerini tek geçer(d)im. Tam dolduktan sonra 19 kişiyi ayakta alabilmişti şoför bir keresinde. Meğer o arkadaşın öğrenmesi gereken çok şey varmış. Arka tampon ve tavanın üstünü düşünmemiş. Aşağıdaki fotoğraf size anlatacaktır ne demek istediğimi.

Fotoğrafı olmayan başka bir gözlemim ise okul servisleri. Otobüsün içinde artık kaç yüz çocuk var bilmiyorum. Ama camda Garfield gibi yapışmış onlarca yanak, kafa sayabiliyorum. Otobüsün üstünde ise 20 kadar çocuk, çantalarına sarılmış ve bağdaş kurmuş olarak havadar havadar gidiyorlardı. Yanlış anlama olmasın, otobüs tek katlı.
Son trafik gözlemim ise; adamlar acayip sakin. Asla ama asla sinirlenmiyorlar. Öndeki adam yolu kapatmış tıngır mıngır gidiyor. Bizim şoför kornaya bir basıyor, 45 saniye kesintisiz. O kadar uzun çalan korna gerçekten sinir bozucu. Öndeki adam yavaş yavaş sola geçip sana yol veriyor. Geçiyorsun. Ne geçen, ne geçilen en ufak sinir yapmıyor. Bizde birisine 45 saniye sürekli korna çalarsan kesin kavga çıkar. Bazen arabalar kafa kafaya geliyor. Ahanda çarptık diyorsun. Duruyorlar son anda. Biri ötekine ne biçim gidiyorsun be kardeşim demediği gibi hiçbir şey olmamış gibi devam ediyorlar.

Yemek

Yemekler için beklentim Hint yemeklerine benzemesiydi ama kesinlikle alakası yok. Bize çok daha fazla benziyor. Acılı, baharatlı ve et ağırlıklı yemekleri seviyorlar. Pilav olmazsa olmaz bir yiyecek. Benim yediğim pilavları gerçekten güzeldi. Bizden farklı olarak pilavları önce kavurmadan haşlıyorlar. Suyunu emdirmiyorlar. Makarna gibi süzüyorlar. Ve uzak doğu pilavları gibi lapa da olmuyor. Tane tane ama çok hafif bir pilavları var. Arada içine kakule de koydukları oluyor.
Yemekler elle yeniyor. En azından yerel halk elle yiyor. Her yerde bana çatal bıçak geldi. Bizim lavaş benzeri ekmekle pilavı, eti veya her ne ise kavrayıp atıyorlar ağızlarına. Sadece sağ elle yeme adeti burada da var. Bu konuyu bu yazıda değil Hindistan gözlemlerinde anlatacağım. Çünkü gidişata bakılırsa bu yazı fazlaca uzun olacak.
Gelen her yabancıyla “Sen bizim yemekleri yiyemezsin, biz çok acı yeriz sen dayanamazsın” edasıyla bir dalga geçiliyor. Benim Urfalı kökenlerimden habersiz bu adamları her yemekte acı konusunda bozmaktan zevk aldım.
Sevmediğim ve anlamadığım bir şeyde yemeklerdeki et ve tavukların kesiliş biçimi. Bizde etler kesilir. Kemikten ayrılır ve öyle yemeğe konulur. Sadece özel bir sebebi varsa ancak kemikle beraber yemeğe konulur. O da kemiği uygun bir yerinden keserek. Bu adamlar bir tavuğu aldığında kemiklerinden ayırıp etini kullanma yoluna gitmeyip bir satırla tavuğu 15 kare parçaya ayırıyor. Kemik varmış, kanat varmış, et varmış fark etmiyor. Ve bir tavukta ne kadar kemik olabileceğini hayal edemiyormuşuz. Tabağa aldığın her parçanın dörtte üçü kemik. İçinden bir parça et çıkaracaksın diye uğraşıyorsun da uğraşıyorsun. Asla bizdeki gibi löp etli parça bulma şansın yok. Ve kemikler de eklemlerden kesilmediği için hep abudik gubudik kısımları açığa çıkıyor. İştah kaçıran bir şey.
3. ziyaretimde beni özel bir yere götürdüler. Sadece koyun eti olan bir yer. Koyunları önceki teknikle küp küp doğruyorlar. Sonra yüksek sıcaklıkta erittikleri koyunun kuyruk ve iç yağını toplayıp, onu kızartma yağı olarak kullanıp, et ve kemikten oluşan küpleri o yağda kızartıyorlar. Yatak gibi bir şeyin üzerinde yan yatarak yiyorsun. Sonra da orada sızıp yatıyorsun. Pek güzeldi.
Üzerine, içtiğim en güzel yeşil çayı içtik. Şeker ve kakule ile kaynatılmış, tatlı ve hoş kokulu bir çaydı. Az önceki yediğin yağların çözünmesi için bunu içmen lazım dediler. 4-5 türkkahvesi fincanı benzeri bardak götürdüm.
Ve ve ve geldik Paan konusuna. Hindistan yazısında daha detaylı anlatacağım ama burada yaşadığım olayı anlatabilmek için gerektiği kadar bilgiyi vereyim. Paan denilen şey Hindistan ve Pakistan bölgesinde tüketilen bir çeşit, ıııı şey. Evet şey. Çünkü benzetebileceğim bir şey yok. Batel denilen bir ağacın yaprağı alınıyor. İçine 40 çeşit alakasız şey koyuluyor. Baharatlar, otlar, reçeller, şekerler, acı şeyler… Bohça yapılıyor. Ağıza alınıp çiğneniyor. Neymiş nefesi temizliyor, hazmı kolaylaştırıyormuş. Bunu çiğnediğinde ağzın kıpkırmızı oluyor. Ama kan kırmızı bir renkten bahsediyorum. Yolda, orada burada kaldırıma eğilip kan kusar gibi görünen birini fark edince anlıyorsun ki çiğnediği paan’ı tükürüyor. Mumbai’daki bir rikşacıyla pazarlık yaparken ağzının kenarından çenesine akan kırmızı sıvıları ve ağzındaki bulamacı hiç unutmuyorum. Yine Hindistan’daki tüm kaldırımların ve duvarların kırmızı olmasının sebebi paan çiğneyenlerin tükürmesi. Bir de bazen bu bohçanın içine tütün veya kafa yapıcı otlar da konuluyormuş.
Üçüncü ziyaretimdeki bir yemekten sonra arabaya giderken korktuğum soru geldi. “Kamil sen hiç paan çiğnedin mi?” Benim de bir kuralım var. İkram edilen her şeyi yiyecem diye karar verdim bir kere. “Hayır” dedim. Oooo paan yemeden Pakistanlı oldum diyemezsin dedi. Eee zaten Pakistanlı olmak gibi bir iddiam yoktu ama bir şey diyemedim. Bir büfe benzeri yere gittik. O büfeden inanın kutu kola alsanız içmezsiniz.
Ne demek istediğimi tam anlamak için temizlik başlığını okumalısınız. 3 tane paan siparişi verildi. Adam 3 yaprak çıkardı. Tezgaha koydu. Bir kap çıkardı içinden biraz toz döktü. Başka bir kap çıkardı başka kahverengi bir tozdan döktü. Sonra bazı otlar koydu.
Kurutulmuş bir şeyler döktü. Aralarında tek Hindistan cevizini tanıdım. Sonra ayakkabı boyası kutusu gibi bir şey aldı. Parmağını batırdı. Tırnağının içinde kalan küçücük sarı boya gibi şeyi attırıverdi işaret parmağının tırnağı ile. Sonra bal veya reçel kavanozunu aldı parmağını daldırdı. Parmağından akan balı döndüre döndüre ince çizgiler halinde karışımın üzerine döktü. Sonra kocaman bir bohça yaptı. Yanımdaki iki Pako ağızlarını annesinden solucan bekleyen yavru kuşlar gibi açtılar. Paan ustası yaptığı sanat eserini adamlarım ağzına kendi elleriyle yerleştirdi. Ben elimi uzattım almak için. Ağızları konuşamayacak kadar dolu olan arkadaşlarım “Olmaz, ağzını aç” gibi işaretler yaptılar.
Midem kalkmıştı. Ve o tatlar da hiç yardımcı olmuyordu. İçimden “Konsantre ol Kamil, öğürmemeliyim, öğürmemeliyim, bir kere öğürürsem devamı gelir, başka bir şey düşünmeliyim, güzel anları düşün, konsantre ol, yapabilirsin” telkinleri kesintisiz devam ediyordu. Bir süre sonra o kütle parçalandı. Ama bir türlü yok olmuyordu. Ne kadar süre çiğneyecez diye sordum. Ne kadar istersen, yavaş yavaş yok olurlar. 45 dakika çiğneyebilirsin dediğinde ağlamak istedim. 1,5 dakika olmuştu ve ben 3 dakika çiğneyip tüküreceğiz demesini hayal ediyordum. Arabaya binerken, çaktırmadan ağzımdakilerin yarısını tükürdüm. Geri kalan yasını yol boyunca ağzımda tutmak zorunda kaldım.Açtım ağzımı. Ben ki sağlam mideliyimdir, her şeyi yerim, adamının eli ağzıma gelirken midem kalkmaya başladı.
Allah sizi inandırsın adam 4 parmağını sonuna kadar ağzıma soktu ve bohçayı boğazıma kadar itti. Küçük dilime dayanınca durdu. Herkes bana bakıyor. Çiğne diye işaret ediyorlar. Ve çiğnemeye başladım. Her çiğnemede başka bir tat geliyor ağzına. Ekşi, tatlı, acı, garip. Güzel hiçbir şey yoktu içinde.
Durumun vahametini daha iyi anlamak için fotoğraflara ve ağzıma giren ele ait o parmaklara bakmalısınız.

Temizlik

Toplumlar üzerinde genelleme yapmayı sevmesem de şunu söylemeliyim; en nazik ifadesi ile Pakistanlılar çok temiz insanlar değil. Elbette her toplulukta daha iyi yaşam standartlarında yaşayan bir azınlık olabilir. Şartları daha iyi olabilir. Ama toplumun temizlik algısı ve alışkanlıkları çok değişmiyor.
Tamam, burada yaşam şartları çok zor, gelir düzeyi çok düşük, fakirlik bizim anlayabildiğimiz sınırların bile ötesinde ama hiç biri bu pisliği açıklamıyor.
Misal bir ev kadını evindeki tuvaleti temizlerken elini tuvaletin deliğine sokarak yıkıyor. Yani biz eldivenle bile elimizi tuvaletin deliğine sokmayı düşünmeyiz. Onlar için bu çıplak elle yapılabilen bir şey.
Bizim Anadolu köylerinde de çok zor şartlarda yaşan insanlar var. Kerpiç evde toprak üstünde yaşıyorlar. Ama o insanlar üzerinde oturduğu o toprağı süpürür. Odasının bir köşesine çöpleri yığıp onunla birlikte yaşamaz. Kapısının önünü biraz düzenler. Üstü başı yırtık olabilir ama üstüne bir yemek döktü ise 15 gün tabak kadar yemek lekesi ile gezmezler.
Burada bir yerde yemek yemeye gittik. Duvarlar bel hizasında siyah. Siyah derken tam anlamı ile siyah. Gri değil. Bel hizasından aşağı ve yukarı doğru bir renk açılması ile grinin farklı tonları ile tavanda açık griye ulaşıyor. Bu duvar bir zamanlar beyazmış. 25 yıl falan önce sanırım. Zamanla bu hale gelmiş. Bir kişi bundan rahatsızlık duymuyor. Tam karşı duvarda bir lavabo var. Bir zamanlar bildiğimiz beyaz bir lavaboymuş. Şu an içi çok koyu gri. Sadece suyun gittiği deliğin etrafında 1.5 santimlik bir alan biraz daha açık gri. Eğer tırnağımı sürtecek olsam 2 santimlik siyah bir katmanı kazıyabileceğimi görebiliyorum. Hayatımda böyle bir şey görmedim.
Bu mekan Lahor’daki en güzel balıkları yapan yermiş. Ben yabancıyım diye beni çatıya çıkardılar. Bize ayrı masa kurdular. Diğerlerinden farklı olarak tabak ve ellerimizi silelim diye kağıt getirdiler. Ve aşağıdaki fotoğraftaki kızarmış balıkları yedik.

Balıklar şu tenceredeki sos içinde marine ediliyor.Aynı mekanın mutfağını da fotoğrafladım.
Yine görmekte olduğunuz kazan içinde kızartılıyor. Kızartma yağının üzerinde biriken parçacıklar ise toplanıp kenardaki tabağa koyulmuş.


Sorunuzun cevabı: “Evet, bu balıkları yedim”. J
Old City denilen yerleri dolaştım. Sokaklar feci durumda. Çöp içinde yaşıyorlar. Yemek yapılan yerleri gördüm ve bizim balıkçıyı arattılar. Buraları videoya çekmişim. Fotoğraf gösteremiyorum. Sadece aşağıdakiler mevcut.


Sosyal Hayat

Burada beklenmeyen bir şekilde kadınlar sosyal hayatta sanıldığından daha katılımcılar. İnsanlar aileleri, eşleri ile yemeğe gidiyorlar. Kadınlar tek başlarına veya kadın kadına dışarı çıkıp gezebiliyor, yemeğe, eğlenceye gidebiliyor.
Eğlence mekanları sadece restoranlar ve kafeler. Tüm ülkede alkol yasak. Şehir efsanesi olarak Lahor’daki bir 5 yıldızlı otelde yabancılara pasaportlarını göstererek alkol satıldığı anlatılıyor. Ama sadece anlatılıyor. Yine kafelere baktığında kızlı erkekli gruplar birlikte tatlı yiyerek, çay içerek sosyalleşebiliyor.
Tanıştığım her genç erkek bana Türkiye’de evlilik adetlerinin nasıl olduğunu sordu. İlk soruları evlenince ayrı eve mi çıkıyorsunuz? Kendiniz mi tanışıyorsunuz?
Burada bir çift evlendi mi en az iki yıl erkeğin evinde yaşıyorlar. Bir çiftin kendi evine çıkması için 2 yılı doldurması zorunlu. Aksi bir durum çok çok nadirmiş. Hiçbirisi böyle bir duruma şahitlik etmemişler. “Eee gelin daha nasıl eve bakacağını bilemez ki, annemden öğrenmesi lazım” diyorlar.
İki Pakistanlı beni evlerine davet etti. Evlerini gezdim. Evleri hep müstakil ve büyük. 450 metrekare altındaki her ev küçük bir evdir diyorlar. Misafir olduğum kişiler zengin kesimdendi ve evlerinin içleri kendi zevklerine göre ama güzel döşenmişti. Genelde evlerinde yardımcıları var. “Fakir” sınıfında olmayan herkes evine uşak tadında bir yardımcı alıyormuş. İşsizliğin çok, iş gücünün ucuz olduğu yerler için bu durum çok anormal olmayabilir. Yazımda fakir sınıfı, zengin sınıfı gibi genelleştirmeler kullanmam bana da garip gelse de burada böyle bir ayrım var.
Kıyafeti ve yaşam tarzı ile tanıdıklarım içinde en batılı gibi görünmeye çalışan arkadaşım beni Pazar gecesi yapacak olduğu ev partisine davet etti. Seve seve kabul ettim. Evin çatısında 20 kadar 30 yaş altı genç toplandık. Kız erkek sayısı nerede ise eşitti. Bir köşede mangal yakıldı. Şişlere soslu tavuk ve et parçaları dizildi. Doğal olarak her parçası rastgele kesilmiş kemiklere sahip. Yanındaki masada içecekler dizilmiş. Kola, sprite, süt… İçeride bomboş bir oda var. Odada tepeye bir disko topu asılmış yanlarda da flaşörler var. Müzik açıp o odada dansa başladılar. Pakistan’ın ortasında çakma bir diskoda, pıtır pıtır yanıp sönen ışıklar ve yabancı müzikle dans eden gençler. 3-5 dakika kapıdan izledikten sonra dışarda mangal başında tıkınmayı tercih ettim. Herkes Türkiye’yi merak ediyor. Tüm gittiğim Müslüman ülkelerdeki en çok sorulan soru burada da soruldu. Türkiye’nin yüzde kaçı Müslüman? %99 u dediğimde aldığım cevapta ortak. Eee falancanın kayınçosu gitmiş herkes içki içiyormuş. O sadece %1lik insanları mı görmüş? Benim cevabım da aynı. “Bizde o işler biraz karışıktır. İnsanlar hem inanıp hem içki içebilir. Günahtır, tamam ama kendi kabul edip içiyorsa karışmayız”. Bu anlattıklarımla daha kimseyi tatmin edemedim. Konu tam netlik kazanmadan bir yerde bitiyor.
Bir iki saf aaa Türkiye’de alkol var mı diye atladı. Bende hata ile evet alkol “free” dedim. Hepsinin ağzı açıldı. Nasıl free bir türlü anlamadılar. Sonra fark ettim ki ben serbest anlamında free dediğimde onlar bedava dağıtılıyor sanmış. Free derken legaldemek istedim diye düzelttim ki gariplerin ağızları kapansın.
Pakistan’daki evlilik yaşı da oldukça şaşırtıcı. 26 yaşından önce evlilik pek olmuyormuş. Öyle çocuk yaşta evlilikler söz konusu bile olamaz dediler. Düğün merasimleri önemli ve uzun. 3 ayrı düğün yapılıyor. İlk düğün bizdeki kına gecesi gibi. Bu amaçla kurulmuş çadırlarda yapılıyor. Erkek tarafı çadıra bir kapıdan giriyor, kız tarafı diğer taraftan. Ellerinde mumlar. Ortada buluşuyorlar. Sonra dans göbek gidiyor. Kına yakıyorlar.
Ertesi gün veya birkaç gün sonra batılı düğünü yapılıyor. Herkes batılı kıyafetlerini giyiyorlar. Erkekler takım elbise kravat, kadınlar anormal süslü ve modern kıyafetler giyiyorlar. Ben bir keresinde  otele giren düğün kafilesi gördüm. Bunlar da nereden gelmiş diye dönüp baktığımı hatırlıyorum. Mini etekler, topuklu ayakkabılar, dekolteler…. Aynı zamanda bu seremonide resmi nikah da kıyılıyor anladığım kadarı ile.
Üçüncü düğünde hemen ertesi günlerde yapılan geleneksel düğün. Herkes Hint kıyafetlerini giyiyor. Erkekler sarıklarını takıyor. Kadınlar bildiğiniz Hint kıyafetlerine bürünüyorlar. Hint müzikleri ile geleneksel bir düğün oluyor.
Üç düğününde de albümleri oluyor ve nedense herkes bana bu albümü göstermek için acayip istekli oluyor. Kaç kişinin albümlerini çok eğleniyormuş gibi görünerek incelediğimi ben biliyorum. “Aaaa ne güzel kıyafetler bunlar. Aaa ne kadar ilginçmiş.”
Ben düğün sevmiyorum. Hangi geleneğe ait olduğu fark etmez. Nokta.

Spor

Buradaki en popüler spor açık ara kriket. İnsanlar kriketi anlatırken “bizim için din gibi” benzetmesi yapıyorlar. Ben orada iken birkaç kez kriket maçı oldu. Resmen hayat durdu. Ama garip olan şey bu oyun bitmiyor. 2 farklı sürümü varmış. Kısa olan bir gün sürüyormuş. Sabah başlıyor akşam bitiyor. Tabi tüm gün bizim Pakoların kulakları radyoda oluyor.
Uzun sürümü ise 3 gün sürüyormuş.
Hele Hindistan Pakistan maçları ise iki ülke içinde olabilecek en önemli etkinlik.
Aşağıdaki Hindistan sınır kapısı törenini okuduktan sonra bu maçı bir daha düşünün derim.

Gözüme Takılanlar

Hıristiyan Pakolar

Evlerde ve fabrikalardaki temizlikçiler genelde Hıristiyan. Adları Michael, John, George falan. Tipleri ise bildiğin Pakistanlı. Bu Hıristiyan Pakolar nereden çıktı diye sorunca ilginç, bir o kadar da acıklı bir hikaye duydum.
Hindistan’da her ne kadar devlet kabul etmese de kast sistemi hala uygulanıyor. Özellikle iç kesimlerde. Kast sistemindeki en alt sınıfa mensup kişiler, topluluğun geri kalanın gözünde bir insan olarak görülmüyorlar. Hayvanlardan bile değersiz durumdalar. Çok kötü muamele görüp ahır kadar lüksü olmayan kafeslerde, çamurun içinde yaşamaya mahkum ediliyorlar. Tarlada veya daha kötü işlerde çalıştırılıyorlar. Bu kişilerin Hindu inanışında kaldıkları sürece kendi kastlarının dışına çıkma veya bu durumu reddetme şansları da yok. Bu kötü şartlara dayanamayanlar “Ehhh yeter artık” diyerek Hinduluktan Hıristiyanlığa geçiyor ve Hindistan’dan ayrılıyor. Pakistan’a gelen bu insanlar yapacak başka bir şey bilmediklerinden genelde temizlikçi olarak çalışıyorlar. Sonradan Hıristiyan olsalar bile dinlerine çok bağlı görünüyorlar. Bir ziyaretim Noel’e denk geldi. Tüm Hıristiyanlar izne çıkıp Noel kutladı. Ayrıca sektirmeden Pazarları kiliseye gidiyorlar.
Madem din değiştireceksin ve Pakistan’da yaşayacaksın neden Müslüman olmadınız demek isterdim ama bu konularda konuşacak kadar açık görmedim bu arkadaşları.
Bu Hıristiyan temizlikçilerin durumu hiç Hindistan’daki gibi değil ama Pakistan’da da toplum tarafından biraz dışlanmış durumdalar. Ben kaldığım evden ayrılırken bana 10 gün bakan Michael’in elini sıkıp teşekkür etmek istedim. Elimi uzatınca adam ne yapacağını bilemedi. Panik yaptı. Bileğimi tuttu.

Pakistan – Hindistan İlişkileri

Herkesin bildiği gibi Pakistan ve Hindistan kavgalı iki kardeş devlet. Her platformda bu adamlar geçinemiyorlar. Baktığında politik olarak da toplumlar birbirinden nefret eder durumda. Hiçbir uzlaşma ışığı göremiyorum. Ama Pakistan’da dinlenen tüm müzikler Hint müzikleri, izlenen tüm filmler Hint filmleri. Orada tanıdığım en milliyetçi Pako’ya sordum bu durumu. Ki kendisi ne zaman otursak Hindistan hakkında konuşur, verir veriştirir. “Hindistan böyle, Hindistan şöyle, onlara gününü göstereceğiz, Delhi şunu böyle yaptı, bıdı bıdı.”
“Eee hocam bu kadar sevmiyorsunuz bu adamları, neden sadece Hint müziği dinleyip Hint filmi izliyorsunuz” dedim. “Biz garip insanlarız. Burada düşmanız ama yurt dışına çıkınca tüm Hintliler ve Pakistanlılar dosttur. Amerika’ya okumaya gidenler aynı evde kalır. Ama buraya dönünce yine düşman olurlar” dedi.
Pakistanlılar geçmişteki Moğol döneminden sonra, Hindistan ve Pakistan tek bir devlet iken yönetimin hep kendilerinde olduğundan, Müslümanların Hinduları yönettiğinden bahsedip övünüyorlar. Hindular o nedenle bize karşı hep eziktir ve ezik kalacaktır gibi garip bir görüşe sahipler. Bunun karşılığı olan durumu Hindistan yazımda anlayacağım.

Pakistan – Hindistan Sınır Kapısı Kapanış Töreni

Çok daha önce televizyonda izlediğim bu töreni canlı görme şansım oldu.
Olay şu; her akşam gün batımında, Hindistan ve Pakistan arasındaki tek sınır kapısı olan Wagah sınır kapısı kapatılıyor. Bu kapatma da sanal bir kapatma. Yoksa 3 dakika sonra tekrar açıyorlar. Gel zaman git zaman bu kapatma töreni acayip bir hal almış. Çünkü sınır kapatılırken Hint ve Pakistan askerleri karşı karşıya geliyor. İki tarafında aklı kıt insanları bu olayı milli mesele haline getirmiş. Okuyun, neler oluyor görün.
Özel izin alındı. Akşam güneş batarken yapılan bu tören için yola çıkıldı. Sınıra giderken birkaç kere kontrolden geçildi.  Ve sınıra varıldı.
Kapanış törenini izleyenler için iki tarafta da bildiğin stadyum gibi tribün yapılmış. Tribüne çıkarken benim yabancı olduğumu görünce pasaportum istendi. Ellerindeki listeye baktılar. Daha önceden izin alındığı görüldü. Ve tribüne bırakıldım.
Tüm Pakistan’da gördüğüm en uzun insanları seçip asker yapmışlar ve bu sınır kapısına dikmişler. Ayaklarına da apartman topuklu ayakkabılar geçirmişler. Kafalarındaki sarıklara da kocaman tüyleri dikmişler. Amaç birazdan Hintli askerlerle yan yana gelince daha kısa kalmamak. Aynı hazırlığı karşı tarafta yapmış, belli.
Derken birden “bizim” taraftan 4 tane asker ikili sıra olup çok ama çok sinirli bir şekilde koşmaya yakın hızda uygun adım kapıya doğru yürümeye başladılar. Pat pat pat pat. Bizim taraf coştu birden. Bir baktım karşı taraftan da 4 amca bizim tarafa doğru geliyor. Hintliler de orada yırtınıyor. Bunlar hiç hız kesmeden kapıya kadar gittiler. Kapıda karşı karşıya geldiler ve sert bir şekilde durdular. 4 kişi de sağa sola dağıldı. Bu arada aynı şeyleri karşıda da oluyor. Sonra bir dörtlü grup daha kapıya doğru gitmeye başladı. Ama bu son dörtlü daha da sinirli. Karşıdan da bir dörtlü geliyor. Bizimkisi hala gidiyor. Onlar hala geliyor. Aha şimdi çarpışacaklar diye düşünürken bu iki grubun ilk sırası göğüsleri birbirine değecek ana gelince durdu. Durdu derken çarpıştılar. İki taraf da ayakuçlarında duruyor. Karşılıklı bağırır gibi bir şey söylediler. Herkes o kadar sinirli görünüyor ki. Direkt gözlerinin içine bakıyorlar. Uzaktan belli olmuyor ama kesin gözleri arasında kıvılcımlar gidip geliyor olmalı. Sonra iki tarafta çok sert bir şekilde sağa döndü ve rap rap bayrak direğinin altına gittiler.
Tabi bu çarpışma anında iki tarafta tribünleri dolduran halk deliler gibi bağırıyor. Pakistannnnn, Pakiiistannnn. Indiaaaa, Indiaaaaa. Ellerde bayraklar, önde tezahüratı organize eden amigolar. Bildiğin maç. Ama ortada bir müsabaka yok.
O sinirle ve haşin hareketlerle bayraklar indirildi. Katlandı. Öpüldü. İki tarafın birer adamı yine sinirle ve büyük hızla birbirine doğru yürüdüler. Acı bir frenle durup gördüğüm en sert el sıkışmasını yaptılar. Asker selamı verdiler ve geri döndüler. İkinci gelen dörtlü bayrağı aldı içeri gitti. İlk giden dörtlüler karşı karşıya kaldı.
Kapılar çekildi. Önce Hindistan tarafı kapıyı büyük bir gürültüyle çarptı. Hint tribünleri gol atmış gibi sevindiler. Bizim taraf altında kalır mı? Bizim taraftaki kapıyı iki kat hızlı çarptık. Ve iki kat ses çıkardık. Oleyyyyy. Bizim taraf coşuyor. Bana ne oluyor onu anlamadım. Pis Hintliler bu hareket karşısında kapattığı kapıyı açtı ve daha da sert olarak bir daha çarptı. Vayyyy dedim. Bize yapılacak hareket mi bu. Şimdi kavga çıkacak. Hadi oğlanlar gösterin şu “ot yiyenlere” gününü. Tabi biz de açıp bir daha çarptık. Baktım fena kaptırmışım kendimi. N’oluyor ya dedim. İrkildim ve kendime geldim.
Velhasıl bu tören her akşam ama her akşam oluyor. Her akşam binden fazla insan işi gücü bırakıp sınır kapısına gidiyor. Ve törenden sonra saatlerce ayrılmıyorlar. Çünkü karşı taraf da ayrılmıyor. Kendi açıklamaları, biz ülkemizi size bırakmayız, buradayız, önce siz gidin durumuymuş bu. Aferin size dedim. Bekleyin tabi. 3 dakika sonra o çarpılan kapılar açıldı. Karşıdan Amristar-Lahor otobüsü içindeki bir sürü sarı kafalı yolcuyla sınır kapısından geçti. Trafikte akmaya başladı. Bunca gürültü 3 dakikalık kapatma içinmiş. Bu arada bir Pakistanlının Hindistan’a turistik amaçlı gitmesi nerede ise imkansızmış. Vize verilmiyormuş. Karşı taraf için de durum benzer dediler.
Kendimi bir an Pako gibi hissettim ama çabuk geçti. Sınırı bekleme ve karşıdaki Hintlilerin içeri girmesine engel olma görevini oradaki arkadaşlarıma bırakıp şehre geri döndüm.

Alışveriş

Bilen bilir ben gittiğim her yerden şehre ait magnet alıyorum. Burada da aradım ve bulamadım. Sonra arkadaşlarıma sordum. Ne aradığımı anlamadılar önce. Ne aradığımı tarif etmem gerektiğini fark ettim. Dedim işte buzdolabına yapışan, arkası mıknatıslı, önünde Lahor veya Pakistan yazan bir şey. Sadece isim de olur ama tercihen buradaki ünlü bir bina veya şehir manzarası olsa tadından yenmez.
Herkes boş boş baktı bana öyle bir şeyi neden istiyorsun gibi ve hiç görmediklerini söylediler. Birisi ise süper bir yorum yaptı. Bu tip süs eşyaları genelde ithal ediliyor. Eee bir yabancı neden yaptığı şeyin üzerine Lahor yazsın ki, kendi şehrini yazıp gönderir o nedenle bulamazsın dedi. Zira bulamadım.
2 yıl sonra Karaçi havaalanında Pakistan bayraklı magnet bularak koleksiyonumdaki eksiği kapattım.

Kızıl Kafalar

Burada bazı erkekler saçlarını kırmızıya boyatıyor. Altta beyaz entari ve terlik, esmer ten, kırmızı saç. Tamam tamam gözünüzü kapatıp hayal etmeyin. İşte size bir örnek.
Bu nispeten güzel görünen biri. Bunun daha korkuncu sakalını bıyığını da kırmızıya boyatanlar.
Bunun bir töresel sebebi olmalı. Birkaç kere Arabistan’da da saçları kırmızıya boyatmış erkek gördüm.

Dil

Pakistan’ın resmi dili Urdu. Ama İngilizce de resmi dil ve herkes İngilizce de biliyor . Türkçe ile Urdu arasında çok fazla ortak kelime var. Söylediklerine göre Urdu, Osmanlı ordusunda konuşulan bir dilmiş ve Pakistan’a bizden gitmiş. İsimlerimiz genelde aynı ama farklı yazılıyor. Bizde baştaki O harfi orada U olmuş. Osman, Usman oluyor. Kızılbaş soyadı Qizilbash diye yazılıyor. İdris, Idrees olmuş. Bu hesapla Urdu da bizdeki Ordu ya denk geliyor ki bana anlatılan Osmanlı Ordusundan geliyor tezi ile uyuşuyor.
Benden sonra Türkiye’yi ziyaret eden Pako arkadaşlarım bizdeki İngilizce konuşma oranının düşüklüğünü görünce çok şaşırdılar. Birde kalkıp İngilizcenin onlardaki gibi resmi dillerden biri olmayışını küçümser laflar ettiler. Yüzyıllarını sömürge olarak geçirmiş bu adamlara “bizim kendi dilimiz var, neden başka bir milletinin dilini resmi dil olarak kullanalım ki” durumunu anlatmakta zorluk çektim. Onlar hala Pakistan’da İngilizcenin resmi dillerden biri olmasını gelişmişlik olarak görüyorlar.

Ele Ele Tutuşan Erkekler

Burada bana ilginç gelen şeylerden biri de erkekler ele ele tutuşarak yürüyebiliyor. İlk kez fabrikada birlikte çalıştığım adamlardan birini öyle gördüm. Kendisi bayağı sakallı ve 2 yıl boyunca bir kere bile gülümsemeyen birisiydi. (İlk kez İzmir’de bir duble rakıyı fondip yapınca gülümsediğini gördüm, o ayrı bir hikaye) Toplantıya ara verdik. Hava almak için bahçeye çıktım. Bir baktım Saeed ve Mashood (bizdeki karşılıkları Seyit ve Mesut) ele ele tutuşmuşlar. Sevgili gibi yürüyerek konuşuyorlar. O an fotoğraflarını çekemediğim için pişmanım. Ama bir göreceksiniz el ele tutuşmalarını. Bildiğin liseli sevgili gibiler. O sakallarla falan kaçırılmaması gereken bir sahneydi.
Velhasıl burada böyle bir adet var. Etrafta görüyorum. Sarıklı adamlar, ele ele yürüyor kaldırımda.

Şehir Gezisi

Daha önce söylemiş olduğum gibi 2008 Aralık ayındaki ilk gezimde Lahor daha güvenli bir yerdi. 11 gün fabrika, misafirhane arasındaki geçen, altın kafesteki kuşa benzeyen halime acıyan biri beni çıkarıp şehri gezdirmek istedi. Önce firmadan izin alındı. Araç ayarlandı. Aracı kullanacak ve acil durumlarda güvenliği sağlayacak biri ayarlandı. Benim pasaportumun kopyası güvenlik güçlerine gönderildi ve sınır kapısına gideceğim bildirildi.
Pazar sabahı planlanan saatte öyle bir sis vardı ki 3 metre önünü göremiyordun. Lahor sisli bir yer. Bazen o kadar yoğun oluyor ki yürümek bile zor olabiliyor. Dönüş uçağımın sis nedeni ile 9 saat rötar yapmışlığı ve tüm aktarmalarımı kaçırmışlığım vardır.
Ve Lahor’daki en güzel günüm başladı. Şehrin ana caddelerini gezdik. Caddeler geniş ve arası ağaçlarla ayrılmış. İngilizlerden kalan tipik yol tasarımları bu şekilde. Diyorlar ki caddelerine bakarak bir ülkenin geçmişte İngiliz sömürgesi mi, Fransız sömürgesi mi olduğunu söyleyebilirmişsin.
Merkezdeki güzel eski binalar yine İngiliz döneminden kalma. En büyük ve en güzel bina her zamanki gibi postane. İngilizlerin bu postane sevgisi nedir anlamıyorum. Gittiğim her yerdeki en güzel bina eski İngiliz postanesi çıkıyor.

Minar-e Pakistan

Şehrin sembolü. Kocaman boş bir parkın ortasında bir minare var. Cinnah bir tarihte bu minare altında bağımsızlık bildirisini okuduğu ünlü konuşmasını yapmış.

Lahor Kalesi

Biraz ileride Lahor kalesi var. Pakistan uzun yıllar Moğollar tarafından yönetilmiş. Adetlerinde de, genlerinde de Moğollara ait esintiler mevcut. Bazı insanların gözleri fazlaca çekik.
Kalenin mimarisi ve süslemeleri bildiğimiz kalelerden oldukça farklı. Moğollar fillerle savaştığı için kapısı fillerin geçeceği gibi yapılmış. Sütunlar da fil bacağı formunda. Süslemelerde yine fil figürleri yaygın.

Badshahi Camisi

Kalenin tam karşısındaki şehrin alametifarikası olan camidir. Aynı zamanda beni en çok şaşırtan yapıdır kendisi. Google Earth üzerinde ölçtüğüm kadarı ile 170 metreye 170 metre kırmızı tuğla duvarla çevrilmiş, 4 köşesinde 4 minaresi olan bir yer burası. Ortası bahçe olarak boş bırakılmış. Batı tarafında da cami var.
Bahçenin dışında ayakkabıları çıkarıp yürümeye başlıyorsun. Her şey güzel gidiyor. Karşında güzel bir mimari eser var. Yaklaştıkça camiyi beğenmeye ve büyüklüğü ile etkilenmeye başlıyorsun. Tam kapısına geldim. Nefesim kesildi. O kadar büyük ve heybetli bir kapısı vardı ki, nasıl olurda bu camiyi duymamış oluruz, bizim Sultanahmet’i falan solda sıfır bırakır bu diye düşünmeye başladım. Kapısı bu kadar güzel ve büyükse kimbilir içi nasıldır. Önümde duran dev kubbenin altını hayal bile edemiyordum.
Derken işte o şaşkınlık anı geldi. Merdivenleri çıktım. Caminin kapısından girdim. O ne? Caminin içi yok. Yanlış yerden mi girdim diye baktım. Yoo, basbayağı caminin içi yok. Sadece bahçesi ve kapısı var. İçeri girdiğin noktadan itibaren 10 metre kadar bir derinlik var. Sonra karşında duvar. Hepsi o.
Meğer camide namaz kılınan yer bahçeymiş. Malum burada havalar hep sıcak. Kapalı bir mekan yapmamışlar. Neden bu caminin dünya çapında ünlü olmadığını içine girince anladım. Gerçi yine de bilinen ünlü camilerdenmiş. Daha sonra okuduğum birkaç İslam eserleri yazısında bu camiden bahsediliyordu.


Caminin tüm derinliği bu kadar

Gurdwara

Badshahi camisinin hemen yanında bir Sih tapınağı var. İlk önce bizi Müslümanız diye almak istemediler. Benim yabancı olmam biraz işe yaradı ve 3 saat sonra bizi alabileceğini söylediler.
Bu yazıda sih inanışına girmemeyi planladım.
Tesadüf mü bilmem ama buradaki adamların ve etrafta resimleri olan eski dini liderlerinin gözleri çok farklı. Bir şekilde çok etkileyici bakışları var. Bize kapıyı açan adamın bile gözleri çok farklı bakıyordu.
Şeriat temellerine bağlı olarak yönetilen Pakistan’da din özgürlüğü çok güzel uygulanıyor. Gurdwara ve Badshahi camisi aynı duvarı paylaşan iki tapınak.

Önde Gurdwara arkada Badshahi camisinin minaresi
Konu açılmışken başörtülü kadın oranı Türkiye’nin çok çok altında olmalı. Ben hiç görmedim. Kıyafet alışkanlıkları ve adetleri Hindistan göçünden önceki zamanlardan kaldığı için “islami” kıyafet olarak bilinen giyim tarzını benimsememiş kadınlar.

Old City

Kale ve Caminin doğusu Old City olarak bilinen bir yer. Burada kısa bir tur atmadan Pakistan’daki günlük hayatı gördüm dememelisiniz. Çünkü burası dışında götürüldüğüm yerler %5’lik azınlığın alışveriş yaptığı dükkanlar, aynı kesimin yemek yediği Amerikanvari restoranlar ve kafelerden oluşuyordu.
Burada sokakta kelimenin tam anlamıyla “hayat var”, ve bu hayatı yazı ile değil yukarıdaki fotoğraflarla anlatmayı uygun gördüm. Sadece şunu belirtmek isterim. Buraya girince yine o yanan ampul gibi hissetmeye başladım. Etraftaki herkes kafasını çevirip elinde kamerayla dolaşan, açık tenli, uzun boylu yabancıya bakıyor. Pakistanlılar bariz kısa insanlar. Erkeklerin boy ortalaması 1.70 olmalı. Sınır kapısındaki askerler dışında 1.80’i geçen insan görmedim. Gittiğim her yerde bir Gulliver durumu oluyor. Fotoğraflara bakarsanız insanların kafası hep bana dönük. Benim gibi insan fotoğrafı çekemeyen biri için, bana bakan birini çekmek on kat zor. Bu bakışlar beni oldukça rahatsız hissettirdi.
Yukarıda yazdıklarım genelde olumsuz gibi görünse de tüm bu olumsuzları kapatan insan faktörü gözden kaçmamalı. Bu ülkeyi sevmem deki en büyük etken sıcak ve dost canlısı insanları. Pakistan’da bir sürü arkadaşım var artık. Ve yılda birkaç kez görüşüyoruz. Ya onlar geliyor ya ben gidiyorum.

Şehrin Şarkısı

Ali Zafar – Char Dil Merey: İnanın bu şarkıyı bulmak için çok uğraştım. Pakistan’da müzik kanallarını dinlerken bu parça sık sık çalıyordu. Bir de berimu diye başka bayık şarkı vardı ki onun konumuzla ilgisi yok. 4. günün sabahı uyandım. Bu şarkının melodisi dilime dolanmış. Tüm gün mırıldandım. İşte size klibi. http://www.youtube.com/watch?v=yLummMJ9u1g
KAYNAK:  http://kamilingezileri.wordpress.com/2011/11/07/pakistan/

Yorum Gönder Blogger

DİKKAT!
İfadeler şekiller, jpg, gif, png,bmp formatlarında resim, foto, video, müzik ekliyebilirsiniz.Resim eklemek için-- [img] resim linki [/img] // Müzik eklemek için :-- [nct]Müzik linki [/nct] Youtube Video ekleme:-- [youtube] Youtube Video Link [/youtube] Link kapanış kutucukların arasına boşluk bırakın
***KÜFÜR HAKARET İÇEREN YORUMLAR SİLİNECEKTİR***
Gülen ifade eklemek için işaretleri kullanın
:) (: :)) :(( =)) =D> :D :P :-O :-? :-SS :-t [-( @-) b-(

 
Tavizsiz © 2013. All Rights Reserved. Shared by WpCoderX
Top