MOSKOF GİBİ, HER AN FIRSAT KOLLAYAN KORKUNÇ BİR DÜŞMANIN KOMŞUSU
OLDUĞUMUZU UNUTTUK VE UYUDUK. UYANDIKÇA DA BİRBİRİMİZİ YEDİK!
AHLÂKİ, İÇTİMAİ, İKTİSADİ VE SİYASİ HER ALANDA VE DEVLET İDARESİNDE RÜŞVET, FESAT VE YAĞCILIK ALDI YÜRÜDÜ. YAPMADIK, YIKTIK! ONARMADIK HARAP ETTİK! MİLLİ SERVETİMİZ MAHVOLDU. ONA BAĞLI OLARAK SİYASİ GÜCÜMÜZÜ DE YİTİRDİK, BİTTİ!...
DÜŞTÜĞÜMÜZ ŞU HALİN MESULLERİ KİMLERDİR? KİMLERİN BOYNUNDADIR BU
MİLLİ VEBAL ?...
Mehmed ARİF BEY
Başımıza Gelenler Kitabının Özeti-2
__BAŞIMIZA GELENLER__Sayfa ___101
ASKERİMİZİN HIZAR BOĞAZINA YERLEŞMESİ
Allah'a şükürler olsun, çimdi, (kış yolu) denilen Bardizi yolu bizim elimizde. Dağlar misafir kabul edinceye kadar, yanı Mayıs ayına kadar, bizim askerin bu yolu elinde tutması lâzım. Boğazı savunmak için, bırakılacak askere yetecek kadar hendek ve siperler kazılıp hazırlanmağa başlandı. Yedek kuvvet olarak bırakılması düşünülen asker ve kumandanının boğazdan bir saat kadar içerde, Bardizi (11) bucağına bağlı (Zâkim) köyünde kalmaları uygun görüldü ve oraya taşındı. Bir gece önce çektiklerimiz düşünülürse, bu köyde ikâmetimize ayrılan ve köylülerin (ahır sekisi) dedikleri, bir ahırın içersinde toprak ve taştan vapılmış elli santim yüksekliğinde bir set üzerinde geçireceğimiz gece ve rahatın köşk" ve saraylara bedel olacağı aşikardır. Çünkü yirmi otuz hânelik bir köyceğizde, özellikle o havalide ve o mevsimde, bir ahır sekisi bulmak böyle bir ordugâhta her kula nasip olmayacak saadetlerdendi. Nasılsa, Başkumandan Paşanın yanında bulunmak gibi bir meziyyet, bizi bir ahır sekisinde yatmak şeref ve imtiyazına nâil etti. (12)
(11) Şimdi bu Bardiz Bucağı, 1877 harbi sonunda yapıcı Ayestafanos anlaşması gereğince, harp tazminâtı olarak Rusya ya terk olunan topraklar içerisinde kalmış olup çizilen hudut üzerindedir.
(12) Taşlamaları ile meşhur Şâir Bayburtlu Zihnî bir kış mevsiminde Anadolu'da yolculuk ederken, şiddetli bir
kar tipisine tutulur. Her taraf alabildiğine kar.. Gerek yolu yitirmiş olmasından, gerekse ciğere işleyen soğuğun tesiriyle hayatını kaybetmek üzereyken bir köpek sesi işitir, sesin geldiği yöne döner köye yetişip canını kurtarır ve şu beyti söyler:
"Şiddetü berdü şitâdan şenliği gördükçe kalb
Hoş gelür bülbül sedasından ona âvâzû kelb"
Bizim misafir olduğumuz ahır sekisi de, bize göre dünyanın yüksek köşk ve saraylarından daha hoş. Şâirin beyti durumumuzu ne güzel anlatır.
HARP İLANINDAN ÖNCE TERTİP OLUNAN PARALI YARDIMCI ASKERLERİN HAL VE MİKTARI
İşte ol sebepten hükümet, Kurt İsmail Paşayı Erzurum'a vâli tâyin etmiş; ve yine ol sebepten İsmail Paşa
da her kazaya haberler salıp, o beldelerin eşraf ve âyânını, bey ve ağalarını süvari ve piyâde gönüllü taburları teşkil etmek üzere harpten önce Erzurum'da toplantıya çağırmıştı.
(*) İslâm Hukukunda, Kur'an-ı Kerimin Enfal suresi 41'nci âyetine istinâden, düşmandan silâh zoruyla alınmış toprakların beşte dördü, savaşta yararlıkları görülmüş kumandan ve askerlere dağıtılırdı. Timar, Zeâmet ve Ikta dağıtılan bu topraklara verilmiş isimlerdir, ki her birisinin ayrı ayrı şart ve devlete karşı yükümlülükleri vardır. -Nihad YAZAR-
Toplantıya katılan bey ve ağalar da, bunu, devlet kapışından evlâdiyelik menfaatler teminine fırsat ve vesiyle bilip, (iki, üç, beş tabur çıkarabilirim) yollu sözler vermişlerdi.O zaman verilen söz, ve yapılan hesaplara göre, yardımcı gönüllü asker adı verilen top yekûn elli taburluk bir kuvvet teşekkül etmiş, Îsmâîl Paşa'nın da bunu şaşaalı bir dille îstanbula bildirdiği herkesce"işitilmişti. Oysa, Harp patlar patlamaz aranılan bu elli taburdan bir taburun dahi ortada olmadığı anlaşılmıştır.
Bu arada, Kars ile hudud arasında bulunan Şûregül ve Zarşad) kazâları halkından on taburdan fazla gönüllü toplanacağı hesaplanarak çok sevinilmişti. Bu hesap yanlış değil idiyse bile, şimdi araya giren engeller, bizim bu düşünce ve emellerimizi gerçekleşemez bir hayal hükmüne soktu.
Bu iki kazâda yaşayan halk, üç ayn ırktan yâni : Kürt, Karapapak ve yerli Türklerden ibarettir.
Kürtler: Kaskanlı. Zeylanlı, Cem âd anlı aşiretleridir (14). Reisleri Râşid Bey, Ahmed ve Maksûd ağalardır. Hepsi binbeşyüz, iki bin çadır kadar olabilir.Çadır sözüyle aileyi kast ediyorum. Karapapak'lara gelince . Bunlar Acem ve Dağıstanlılar arasında ırkı bir durum gösterirse de, dilleri Azerbaycan Türkçesidir.Giyinişleri Acemlere benzer fakat, kalpakları başkadır. Mezhepleri bâzısının sünnî, bâzısının şiidir. Bunlar da sözü geçen kazalarda iki bin, ikibinbeşyüz ev kadardır. Çok cesur ve savaşçı bir ırktır. Çok iyi binicidirler. Hele at üzerinde silâh kullanmakta bunlar kadar mahir olana pek rastlanamaz. Nitekim, Karapapaklardan Mihri Ali adında birisinin orduya ne gibi hizmetler ettiği, muharebeler esnâsındâ ne gibi yararlılıklar gösterdiği ileride sırası gelince görülecektir.
îşte çevresiyle birlikte bu iki kazâda yaşayan Karapapaklar, ötedenberi Kurt îsmâil Paşanın âilesini büyük tanımışlardır. Çünkü îsmâil Paşanın babası Şerif ağa vaktiyle (Şûregül) kazâsma bağlı Hacıveli köyünde
oturur, Karapapaklara sözü ve emri geçer bir kişiymiş. Kurt ismail Paşanın kardeşinin oğlu Meded Beyzade
Yusuf Bey, yine aynı köyde sakin olup, Karapapaklardan beş tabur asker yazmış ve hattâ defterlerini bile
amcasına göndermiş imiş. Ardahan ve Çıldır kazâlarmda da haylıca Karapapaklar vardır. Buralardan gönüllü askerler toplayıp taburlar teşkil etme vazifesi, Ardahanlı Hacı Hüseyin Paşaya verilmişti. Bütün bu işler, harbin ilânından önce geçen kış içerisinde yapılıp defterleri yazılmış, subayları da yine eşraftan olan kimselerden tâyin edilmişti.
(14) Ordumuz harbin başlangıcında bu üç aşiretten istifâde edemediyse de, ortalarına doğru zaferler kazandığımız sıralarda, bu üç küçük aşiretin birkaç yüze varmayan süvârisinden güzel güzel hizmet ve yardımlar gördüğümüzü buracıkta takdir ile anmak isterim.
EŞKIYADAN MİHRÎ ALİ VE TÜLÜ MUSA'NIN AFLARI
Askerimiz (Zâkîm) köyünde istirahat ederken, Kars kumandanı Hüseyin Hami Paşa bir mektup yazarak,
Mihri Ali ve Tülü Musa gibi Rus ordusunda hizmet etmekte oldukları zan olunan iki şâkî, şimdi Devletimiz
ordularında hizmet etmek arzusu ile sığınmak istediklerinden bunlar hakkında önceden irtikâp etmiş oldukları suçlar için verilmiş cezaların affı konusunda iltimasta bulunuyordu. Muhtar Paşa hazretleri de: (önceki kötülükleri Devletçe af edilmiştir, Ordumuza gelebilirler.) cevabını verdi.
Şimdi bu adamların kimliğini, hal ve mevkilerini okuyucularımıza anlatmak gerekir.
Bu iki kişi, demincek sözü geçen Karapapaklardandır. Kars'ın kazalarında oturdukları gibi, hududun öte-
sinde Rusya'da yaşayanları da epeyce kalabalıktır. Hazar denizinin batısında bulunan (Şekî), (Şirvan), Nahcivan) ve daha berilerde (Revan) şehrinden batıda bizim hududtaki Arpaçayına kadar çizilecek hattın Rus tarafında ve çoğunlukla Tiflis çevresindeki köylerde otururlar. Ayrıca, bizim Doğubeyazıt Sancağı yakınındaki İran'ın (Maku) ve (Ovacık) kazâlanyla köylerinde de sâkin olanlar vardır.
Rusya harp esnâsmda, Dağıstanlılardan, Çerkezlerden ve Kafkasyanın çeşitli ırklarından teşkil eylediği süvâri alaylarını ordusunda vazifelendirip aleyhimizde kullanmışta. Bu cümleden olarak Karapapaklardan da bir miktar süvâri gücü temin ve tertip eylemişti. Tülü Musa dediğimiz şahıs, Rusya'nın askerî hizmetine girinişlerden, Mihri Ali ise, o hizmete girmeye hazırlananlardandı.
MİHRİ ALİ KİMDİR?
Mihri Ali, Karapapakların oturduğu Tiflis köylerinden birisindendir. Mezhebi Sünnîdir. Vaktiyle, daha onyedi onsekiz yaşındayken vefat eden babasının, Karapapakların töre ve âdetlerine aykırı bir usulle, hükümetçe gömülmesi, onu isyâna sevketmiştir. Mahallin Rus hükümeti; mezarlığın korunması için bir de Rus karakol ve nöbetçisi koydurmuş. Mihri Ali, kendi ırkî örf, âdet ve inançlarını hiçe sayan bu davranışa fena halde kızmış, ve bir gece mezardan babasının cenazesini çıkarıp eski mezarlığa götürmek isterken nöbetçinin engel olmağa yeltenmesi üzerine onu oracıkta öldürüp babasını da usul ve törelerinin gereği neyse, öylece gömdükten sonra yakalanmamak için gizlenmeğe mecbur kalmış.
Hükümet çocuk yaştaki bu câniyi aradıkça, o kaçar,kaçtıkça da cinâyetler işlermiş. Nihâyet önemli ve şiddetli aramalar neticesi, bizim Mihri Alı yakayı ele vereceğini anlayınca, hududu geçerek bizim taraftaki Karapapaklara sığınıp gizlenmiş. Rusya devleti, İstanbul'daki sefareti vasıtasıyla Bâb-ı Aliye mürâcaat edip Karapakaklardan aranuı cânîlerin iâdesini, ve bu arada Mihri Ali'yi de istemiş. Bir takımlan yakalanıp Rusya'ya iâde olunmuşsa da, iş Mihri Ali'ye gelince, yakalanacağını anlayınca bizim emniyet kuvvetlerine de kafa tutmuş. Mesele büyümüş.Aramalar şiddetlenmiş. Hâsılı, Mihri Ali bizdende iki emniyet mensubunu öldürüp Rus tarafına kaçmış. Velhâsıl öteden sıkıştınlırsa, yine büyük bir cinâyet irtikâbiyle bizim tarafa kaçar. Kaçar ama burada da aranmaktadır...
İstanbul'daki Rus elçisi (Şûregül) kazâsı mahallî idâresini, bu caniye yataklık etmekle suçlar. Bunun üzerine kazâ idâre heyeti yapılan itham ve suçlamadan telâşa düşüp işi önemle ele alır, kalabalık bir grup halinde Mihri Ali'yi izlemeye başlar.Ve bir gün Mihri Ali'yi düz bir ovada sıkıştırırlar. Teslim olmaz, silâha davranır; Onlar da silâha sarılırlar. Sonunda Kazâ idâre heyeti âzâsından Garip Ağâ ile bir zaptiyemizi öldürür kendisi de yaralı olduğu halde yakalanır. Sorgu ve muhâkemesi yapılır. Muhakeme esnasında Mihri Ali hiç konuşmaz ve hiçbir suâle cevap vermez, inkâr ediyor mânâsına alınır ve şâhitler dinlenir. Kars Temyiz Meclisi, Mihri Ali yi kanun gereğince idâma mahkûm eder. Hüküm evrakı, bizim Erzurum'daki Temyiz Divânının da tasdikinden geçtikten sonra,İstanbul'a temyiz mahkemesine gönderilir.Oradan da tasdik görüp Padişah'ın imzâsına sunulmuş beklenirken, Mihri Ali, Kars hapishanesinden firar eder. Yine Rusya'nın Kafkasya idaresini, ve bizim mahallî idâreleri bir telâş alır. Mihri Ali'nin kaçma hikâyesi de kendisi kadar tuhaf olduğundan, ayrıntılarına varıncaya kadar, sonradan bizzat kendi ağzından dinlediğim şekilde aşağıya kaydediyorum. Mihri Ali, Kars hapishanesinde kocaman prangaları içerisinde bulunur ve almış olduğu kurşun yaraları tedâvi olunurken, zehirli bir ilâç, veyâ merhem kullanarak beni öldürürler diye, yaralarım hükümetin vazifeli cerrah ve doktorlarına tedâvi ettirmez. Karapapakların âdeti ve kullandıkları ilâçlarla kendi kendisini tedâve eder ve iyileşir.
(Hapishane arkadaşlarımdan birisinin karısıgün ekmek ve yemek getiriyordu. Onun uâsıtasısiyle ekmek içerisinde bir eğe getirttim.Onunla bağlı olduğum
pranga demirini becerdikten sonra, yattığım hücrenin temelini kazmaya başladım. Duvarın arka tarafına ge-
çibilecek şekilde bir delik açtım, Sonra hap istiânedeki diğer mahkûmları, "Demir parmaklı büyük kapı açılır
açılmaz, hepimiz birden hücûm edersek, bizimle başa çıkamazlar; fırsattan istifâde kaçabiliriz.'' diye kandırıp ikna ettim.Onceden kararlaştırdığımız gibi demir kapı açılır açılmaz mahkûmlar oldukları yerden fırlayarak kapıya ve gardiyana hücûm ettiler. Hapishâne önünde jandarma ve gardiyânlarla kızılca kıyâmet koparken ben de fırsattan istifade arka taraftan, açtığım delikten kaçtım. Çok uzaklaşmadan yakındaki bir damın üzerine yığılmış otların içerisine girip saklandım.
Sonradan öğrendim ki, isyanı yatıştırıp mahkûmların yoklamasını yapan gardiyânlar,benim kaçmış olduğumu anlayınca şaşkına dönüp, telâş içerisinde gerekli tedbirler alıp etrafa jandarma ve süvâriler salmış ve beni delik delik aratmışlar. Tabii boşunaaa.
Onlar geçen zamanı hesaplayarak beni uzaklarda, şehrin dışarısında, köy ve dağlarda ararken, ben hapishâne duvarının hemen iki yüz üç yüz adım ilerisindeki damın üzerinde otlar içerisinde yatıyordum. Herneyse, beni aramaya çıkan süvâri ve diğer emniyet mensupları, iki üç gün süren yorgunluktan sonra, elleri boş ve ümitsiz dönmüşler. Ben de iki gece üç gündüz. aç ve susuz saklandığım otlar içerisinde bir kurtuluş çâresi düşünür ve geceleri etrafı kolaçan ederken bir de ne göreyim! saklandığım damın bitişiğindeki büyük dam, Kars'ta bulunan piyâde taburunun sularını taşıyan saka beygirlerinin ahırı değil miymiş! Geceleyin ahırın damına geçtim, damdaki havalandırma penceresinden içeri yavaşça sarkarak indim; atlardan bir tânesini çözüp dışarı çıkardım ve sırtına atladım! Bizim saka erleri hâlâ mışıl mışıl uyumaktaydılar!..Kimseyi rahatsız etmedim..
Kars'ın beş altı saat ilerisinde bizim Karapapaklann oturduğu Şûregül kazâsına gıttim. Onlarm yardımiyle at, silâh ve gerekli techizâtımı düzüp, şan ve şöhretimiz etrûfı tutmuş olduğundan, Karapapak gençlerinin mâcerâ ve yiğitlik heveslilerini de arkama alıp, artık Osmanlı yurdunda barınamıyaeağımı iyice anladığım için, Rusya tarafına geçtim.Orada da önceden cereyan etmiş hâdiselerimiz olduğundan tabi aranıyor, şehirde değil kırlarda ve dağlarda barınıyorduk.)
RUSLARIN AF İLANI
Ve işte tam bu sırada Rusya hükümeti, Devlet-i Aliyye ile harbe karar verdiği için ,Rus ordusunda hizmet etmek şartıyle, Lezgi, Çerkeş ve Karapapaklardan Mihri Ali gibi meşhurları affeder. Mihri Ali de, ilân edilen affi teşekkürle kabul eder. Bir taraftan serbestçe köy köy dolaşıp bir süvâri gönüllü birliği teşkiline uğraşırken, diğer taraftan Karapapaklar vâsıtasiyle Kars kumandanı Hüseyin Hâmi Paşaya gizlice bir mektup yollayarak; eğer Osmanlılarca da af olunursa, toplamış Olduğu yüzyirmi kadar güzide süvari ile Orduyu Hümâyuna gelip, aynı dinin bir mensubu olarak harpte hizmete ve canım vermeğe hazır olduğunu bildirir.
Yukarıda anlatıldığı gibi bu taraftan da affolunduğu haberi kendisine iletilince, emrindeki süvâri birliği
ile,Ruslara da hiç metelik vermeden pervâsııca çıkıp Kars a gelir.
Koca herif! hem kendisini af ettirecek dar bir zamanı ve firsatı buldu, hem de ordumuza büyük hizmetler
etti ki, yeri geldikçe anlatılacaktır.
TÜLÜ MUSA KİMDİR?
Gelelim Tülü Musa'ya: bu adara da bir kaç sene evvel,Erzurum'dan İran'a geçmekte olan bir kervana baskın verip yağma eden eşkiyânın reisi olup, bin belâ güçlüklerle yakalanıp, Erzurum'da kürek mahkumlarının yattığı Taşhan'da on beş sene müddetle küreğe konulmuştu. Ancak harpten önce, yattığı hapishanede isyân çıkarıp yakayı sıyırmış ve bu yoldaki şâkîler için bulunmaz ilticâgâh haline gelen Şûregül kazâsındaki Karapapaklara sığınmıştı, Şüregül bir hudut kasabası olduğu için bu taraftan hükümet sıkıştırdıkça, Rus tarafına geçer, Rusya tarafından arandıkça, bu yana kaçar.Velhâsıl harbin ilânından sonra, Karapapaklardan Mansur nâmındaki şâkî ve benzerleri gibi bu da Rus ordusunda hizmet ederken, gâlibâ Mihri Ali'nin affa uğrayıp bizim tarafa geçeceğini haber almış olmalı ki, kendisi de müracaat edip affolunduktan sonra Kars'a gelmişti. Kars'ta her ne kadar bir miktar süvâriye ihtiyaç var idiyse de, bizimle beraber bulun seyyar firkanın bütün bütün süvârisiz olduğunu düşü nen Hüseyin Hami Paşa Mihri Ali'yi yanında bulun süvarileri ile birlikte Kars'ta alıkoyarken, Tülü Musa'yı da yanındaki bir kaç süvarisiyle bize yollamıştı Zâkim köyünde bir kaç gün kaldı ve bâzı keşif ve haber alma işlerinde kullanıldıysa da, mayasının mundarlığı icâbı, veya bilemediğim başka bir sebeple bir gün gönderildiği keşif vazifesinden dönmedi. Yapılan araştırmalar sonunda,tekrar Rus ordusuna savuşup gitmek alçaldığını kabul ve irtikâp eylemiş olduğu anlaşıldı. Akıbet, Ruslara uşaklık ederken, Kars ovasındaki Çerkez köylerinden birine girip, bâzı ihtiyaçlarının temini için halka zulmetmeye yeltenince, kendisini tanıyan birisinin kurşunu ile geberip gitmiştir.
Her neyse...Alem elinden ve şerrinden kurtuldu; kendisi de kötü bir nâm bırakarak siktirdi gitti.
ARDAHAN SAVAŞI VE İSTİHKAMLARIN DÜŞÜŞÜ
Düşman birinci gün, yâni Kasap Hüseyin Paşanın bize son mektubu yazdığı gün, Emirolu istihkâmına hâkim bir yükseklikte olan Şehidlik Tepesinde toplarını ve askerlerim mevzilere sokup, Emiroğlu İstihkâmını mermi yağmuruna tutar, arkasından piyâde hücümuna geçer. Emiroğlunu iki tabur piyâde ile savunan Miralay Mehmet Bey, sonuna kadar sebatla dayanır. Hiç telâş etmiyerek metanet ve sabırla müdâfaada bulunur. Düşmanın bu hücumu bizim askerce daha ilk defa olarak görüldüğünden telâş gösterilmemesi memnuniyet vericidir.
Emiroğluna yapılan taarruz ve hücûm, akşama kadar devâm eder. Düşmanın asıl hücûm noktası; bu
Emiroğlu tepesiylee, onun sağ ilerisindeki tepeciklerdeki bizim muvakkat istihkâmlamnızdır. Düşmanın hücum eden kuvvetleri muvakkat istihkâmlarda bulunan bizim askeri, yerlerini terkle Emiroğlu istihkâmlarına
çekilmeğe mecbur ederek bizim istihkâmları da böylece işgal eder. Ertesi gün düşman, toplarını zaptettiği tepelere yerleştirip bir taraftan general "Düvel", diğer taraftan general "Hîmen", Emiroğlunu göz açtırmadan top ateşi kıskacına alır ve piyâde hücümuna geçerler. Emiroğlundaki toplar cevap veremez olur. Telefât çoğalır. Akşama doğru düşman hücûmunu arbnr. Bizim asker de istihkâmlardan fırlayarak dağdan aşağı dökülür, ovada bulunan Senker ve Kayabaşı istihkâmlarına sığınır, düşman da Emiroğlunu zapteder. Ertesi gün düşman,Senker ve Kayabaşı istihkâmlarla dönüp de bir kaç top attağı gibi bizim oralardaki askerimiz, bir zor ve hücûm görmedikleri halde, bulundukları mevkileri terkederek şehrin içine dalıp gitmişler.
Askerin istihkâmlarını boşaltarak kaçtığım gören düşman kumandanı da hiç beklemediği bir nimete mazhar olduğunu görerek, askerini ileriye sevk ile bu iki istihkâmımızı kolayca alıvermiştir.
Bu durumda dehşete düşen bozgun asker ve halk Ardahan hükümet konağının önünden akan (Gür) nehrinin üzeri: deki üçyüz metre uzunluğundaki tahta köprüden hınca hınç birbirini itip kakarak geçerlerken düşen bir iki düşman mermisinin köprüyü yıkmasıyla ahâliden, askerlerden, çoluk çocuktan kim varsa çoğu suya dökülmüş, kimisi boğulmuş, kimisi de yüzerek kurtulabilmiştir.
ASKERDE VE HALKTA BOZGUN HALİ
Halka ve askere bir kere ürküntü gelmesin. Ürküntümü, Allah göstermesin! Tedbir filân kâr etmiyor... İrâde elden çıkıp, akıldan eser kalmıyor. Kumanda, emir, yasak hak getire...İnşan ürküntüsü kurt gören sürünün ürküntüsünden de fecî ve daha şuursuz. Meydan, vebîm pâdişâhının; korku,telâş ve şüphenin at oynadığı.Can korkusu kol geziyor yüreklerde. Bu gibi hallerde, insanda muhâkemeden eser kalmıyor. Halk ne nasihate, ne doğru söze, ve ne de tehdide kulak veriyor. Herkes sanki görevlendirilmiş, başının belâsına, felâket ve helakine koşuyor.
Bir kumandan, işin bu hâle gelmemesi için, önceden gerekli tedbiri almalıdır. Panik başladıktan sonra, tedbir ve gayret boşuna. Defalarca için de bulunduk gördük ki, asker içinde bozgunluk, önce bir adamdan başlıyor. Erin birisi savaş hattından yüz geri edip fırlıyor, veya bir bâhâne uydurup sıvışıyor. Bunu gören subaylar derhal çâresine bakıp önüne durmazlarsa, sonra iki, üç, beş oluyor; derken asker birden yerinden fırlayıp kaçmaya başlıyor bu hâle geldikten sonra da, (Dur!) demek kâr etmiyor,ve hattâ (Dur!) diyecek subaylar ayaklar altında çiğneniyor. İşte bu sebepledir ki, sofrada topluca yemek yerken herkesten önce kaşık bırakıp kalkmak isteyene bile arkadaşları: (Otur, ordu bozanlık etme!) derler. Hiç şüphesiz bu söz, bir gerçeğin ve geçirilmiş sayısız tecrübelerin dilimizde darbı mesel hâline getirdiği bir hakikatin ifadesidir. Değilse, asker ve kahraman Türk milletinin dilinde bu söze gerek neydi?
Unutmayalım cephede gedik, bir kişiyle açılır; sonra bu gedikten korku, ayrılık, ve düşman girer. Birlik, bozgunluğa döner.Öyle ise, savaş hattından bir neferin yüz geri ettiğini gören kumandan, derhal çâresine bakmalı; olmazsa, hiç tereddüt etmeden vurmalıdır.Harbin ve dinimizin emri de budur.
Benim nasihatim o yoldadır ki, bir kumandan, özürsüz olarak savaş hattını terkeden bir ere, veya subaya,
aslâ müsamaha etmemelidir.Ufacık bir ihmal ve gevşeklik, en geç çeyrek saat sonra önü alınamazsa bozgundur. Bu sözüm gelişi güzel bir öğüt değil, kanlı bozgunların kulağımıza taktığı bir küpedir. Aman hâ, aman!
Peki efendim, sizin nasihat ettiğiniz kumandan efendinin bizzat kendisi o sırada kurşun uğramaz, dulda bir yere karılar gibi pısıp sinmiş korkudan dizinde derman kalmamış, emrindeki ordunun hareketini takip edemez, ateş hattını görmek şöyle dursun, başını kaldıramaz halde ise, ve gizlendiği mevzide bir korku yumağı hâline gelmişse ne yapmalı?! dersiniz. Ne diyelim, olabilir.
ARDAHAN'DAKİ KAYBIMIZ
Ardahan'da bulunan yüksek rütbeli kumandanlardan Mirlivâ Ahmet Paşa esir olmuş, zaptiye neferliginden
Alaybeyliğine, oradan da her nasılsa muvazzaf asker Mirlivâlığına yükselmiş olan, ve bu sahifeleri karalarken
feriklik rütbesi ile Beşiktaş muhâfizlığına getirilmiş bulunan Hasan Paşa da, başından aldığı hafifçe bir yara ile (15) bozgun asker ve kumandanların içine katılarak livana' ya (Artvin'e) kadar gitmiştir. Bu kumandan ve subaylardan bâzıları, (düşmanın kılıç artıkları) denilmeğe lâyık, zelil bir güruh olduklarının şuur ve idrâki ile olsa gerek ar edip utanarak yollarda uğradıkları köyler halkından kaçar ve saklanırlarmış. Hattâ Artvin'e geldikleri gün gerek asker gerekse subay ve kumandanlar, kadınlara varıncaya kadar halkın ağır söz ve hakaretine uğramışlar çoğu, kaldıkları yerlerde kendilerini hapsedip sokağa çıkamaz Olmuşlar. Bunların içerisinde, anasından babasından (Allah utandırmasın!) duasını alanlar da, hiçbir sey olmamış ve belki de, aksine Rusyanın bir mevki müstahkemini zapteylemiş fâtihler gibi âleme tafra ve çalım satmaktan hayâ etmezlermış;.. istihkâm subaylarından Binbaşı Ahmet Bey de, son derece sarhoş bir halde Ardahan sokaklarında dolaşırken, düşman askerleri tarafından öldürülmüştür.
Yaralı ve şehit olarak beş yüzden fazla asker, bir hastahane ve içindeki hastalar, erzak ve mühimmat anbarları, kışla ve müstahkem mevkiler, butün levazımatı ile birlikte irili ufaklı seksene yakın top, bunca devlet malı, ve bir memleket düşman elme geçmiştir.
(15) Günâhı arkadaşlarının boynuna olsun işittiğime göre, Hasan Paşanın başındaki yara, Ardahan dan kaçarken
atlanılması gereken bir duvara başını. çarpması ile olmuş.
Yarayı tetkik ve tedâvi eden doktorların verdiği raporda, (Yaranın kurşun ve kesici bir âlet neticesi olmayıp ezinti) demelerine bakılırsa, mesele düşünmeye değer.
KASAP HÜSEYİN PAŞA VE ARKADAŞLARI
Arapların dediği gibi: (Harbin erleri başka, tiridin yerleri başka.) Yani, her işin eri ve ehli var. Öyle ise, devletimizin istiklâl ve şerefini, vatan ve milletimizin haysiyet ve namusunu emânet edip, ellerine teslim ettiğimiz asker ve ordularımızı, subay ve kumandanlarımızı, harpten önce gerektiği gibi yetiştirip hazırlayalım.
BAZI (DALTABAN) SUBAYLARDAN ÖRNEKLER
Çevremde bulunan subaylardan bir tanesi, orduda iken daima hastalığından şikâyetlenir; (Bir türlü iyi
olamıyorum. Hava değişikliği için bana bir kaç gün izin alsanız?" der dururdu. Doktordan, rapor almış olduğu için hava değiştirsin, belki iyi olur diye, onbeş yirmi gün kadar izin aldık.Çıktı Erzurum'a gitti. Bizim fakirhânede misâfir kalmış. Tamam iş bitip de yedi ay sonra Erzurum'a geldiğimde bu subayı yine bizim evde buldum. (Elhamdülillh vücutça iyi oldum ammâaa, gözlerim hâlâ iyi olamadı.) diye ağlıyordu. Sonra oğlumdan durumunu sorduğumda çocuk: (Bu zât istediği vakit gözlerini iyi eder, istediği zaman fenâ!? Ne zaman ki. kendisini taburdan isterler, gözleri yumurtalar gibi şişer. Evde feryât, zırıltı kıyâmetler kopar!..işler tavsadı mı, zâtı âlilerinin gözlerinde de hiçbir şey kalmaz ayna gibi olur.) dedi.
Meğer vâzifesinin başına, askeri hizmetine çağırıldımı, gözlerine derhal iltihaplandırıcı bir ilâç koyarmış.
Sebebi"'! Tek ben harbe gitmiyeyim, tatlı canım incinmeyip mahfuz kalsın da, vatan, millet, dünya ne olursa
olsun. Bak şimdi hamiyyetsizliğe!..
Daha böyle nicelerini gördüm. Hele bir şey daha var orduda, kaydetmeden geçe miyeceğim. Bâzı subaylar
görürsünüz, bir iş yapıp kumandanın gözüne gireyimde terfı-i rütbe edeyim diye her işe burnunu sokar.
Bunların içerisinde bâzan gerçekten halisane hizmet örmek isteyenler de var ya'. Bu gibüeri diğerlerinden
ayırabilmek, büyük bir iktidar ve adam tanımakta melekeli bir göz ve ferâset ister Derken terfi-i rütbe eder.
Eder amma, canı da bir hayli kıymetlenir, havası değişir. Artık tek düşüncesi, hayatına bir zarar gelmeden, şu aldığı cici ve yeni rütbeyi sağlamca olarak eve götürmektir. Bundan sonraki işi, kıyı sularında gezinmektir.
Bir kazaya uğrayıp da ağzının tadı bozulmasın diye, işi şöylece ve tatlıca idâre etmek için yanındakilerden saf
ve ahmak birisini aramaya başlar.Yanında bulunan aklı başındaki subaylarsa onun bu hallerini görerek:
(Haydi bakalım, şimdi ne yapacaksın?!) gibi, kırılmış kalblerden doğan aksi ve olumsuz bir hissin tesiri altında, vazifeleri olan işi dahi hüsnüniyetle can hakkı ile yapmaz olurlar. Sonra da içte böyle, devletin izzet ve nâmusu ayaklar altında kalır.
HAKSIZ SUBAY TAYİNLERİ VE BUNUN AHLAKIM1ZDAKİ KÖTÜ TESİRLERİ
Savaş sırasında pek çok tuhaflıklar gördumya!. Birisi de şudur, unutmadan hemen yazayım: Ordumuz. Kars'ın ilerisinde Alacadağ'da bulunurken bir savaş oldu Savaşta subaylardan boşalacak yerlere, yeni ve ehliyetlilerin tayini meselesi, Kumandanpaşa tarafından o fırka ve livâlanın kumandanlarına bırakılmıştı.
Bu sırada Erzurum'da bulunan ordu muhasebecisi Kerâmi efendinin mülâzımı evvel rütbesinde olan oğlu Râğıp Bey bir işle Erzurum dan ordugâhımıza gönderilmişti Savaşta terfi eden subayların fırkalardan defterleri gelmişti.O arada bir mülâzım da Kumandanpaşaya bir dilekçe vererek: (Ben şu kadar zamandan beri mülâzımım; hakkım, kıdemim ve hizmetim meydanda iken, dünkü gün Erzurum'dan gelen filân zâtın daha çocuk hükmünde bulunan oğlu, benim hakkım olan yüzbaşılığa terfi ettirildiğinden, bu suretle hakkım tecâvüze uğramıştır.) diye şikâyette bulundu Defterlere bakılması için şikâyette bulundu. Defterler vc Şikâyet konusu dilekçe bana hâvâle olundu. Tedkik ettiğim de işi mülâzımın dediği gibi buldum Defterin alt tarafında Mirliva, Miralay, Kâimmakam bir iki Binbaşı filân uzun bir gerekçe yazarak: (Allah için şehadet ederizki, yukarıda isimi yazılı kimseler, iki gün evvel vuku bulan harpte ve ondan önceki askerlikve harp hizmetlerinin cümlesinde, şöyle böyle (!)....işler gördüler.
Her biri terfiyi rütbeye lâyıktır.) diye sâhifeler dolusu bir mazbata derceyleyerek imzalamışlar.
Halbuki, deftere terfi edenler arasına sokulmuş bulunan Kerâmî efendinin mülâzım oğlu Râgıp bey'in sözü edilen o muhârebeden bir gün sonra orduya geldiği herkesçe bilinmekteydi. O anda, başka bir iş için bizim çadıra gelen ve Feyzi Paşadan sonra ordunun ikinci kurmaybaşkanı bulunan Hasan Kâzım Paşaya durumu anlattım. Defteri alıp tetkik edince, durumu olduğu gibi gördü ve şikâyet eden Mülâzımı çağırtıp, (Sen hâlini Miralayına ve Livâna söylemedin mi?) diye sordu.
(Evet söyledim ve çok da ricâ ettim. "înşaallah seni de bir başka vakitte intihap ederiz" cevâbını aldım. Halbuki, şimdiye kadar böyle nice nice fırsatlar geçti ve her birisinde uzayıp giden vaadlerle bu zamana kadar kaldım.) dedi. Sebebini öğrenmek için o livânın kumandanı olan Şevket Paşayı istedi. Mülâzımın dilekçesinden ve on iki senelik bir mülâzım olduğundan bahisle bunun terfine mânî bir hal olup olmadığını sordu. Alayına haber gönderildi, icap edenlerden soruldu. Neticede engel bir durumu olmadığı anlaşıldı. Ondan sonra, bu adam varken, daha iki gün önce Erzurum'dan gelen bir mülâzımın, yine o tabura yüzbaşı olarak terfi ve tayin edilmesindeki sebep ve hikmeti anlamak istedi.
Hem bu mülâzım efendi, ömründe bir muhârebede bulunmamış iken nasıl muharebede bulundu, yararlıklar gösterip hak kazandı, diye yalan yere Allah vallah ile şehâdet edersiniz, diye ayıpladı. Şevket Paşa işi inkâr etmeyerek, veya inkâra mecali kalmayarak mülâzım Râgıp Bey'in terfi ettirilmesini babasının iltimas talebi ile istemiş olduğundan, ve elde hazır defter de var iken, isminin bu suretle terfi edenler arasına sokulup kaydedildiğinden, bu gibi şeylerin öteden beri yapıla gelip âdet hükmünde olduğundan bahisle, işin yalan yere şahâdete kadar vardığından haberi yokmuş gibi anlattı; ve hattâ daha kötüsü, (Ne varmış? İş görmek, insanlık dünyadan kalktı mı? Bir adam sevdiği veya hâtırından çıkamadığı bir kapı yoldaşının kırk yılda bir düşen işini görmez mimiş? iki ahbap birbirinin işine ve menfaatına bu dünyada yaramazlar ise, artık birbirine âhirette mı şefaat edeceklermiş?) gibi bir takım saçma sapan safsatalarla ahlâk kâideleri vaz edip, kendisini savunmaya çabaladı durdu.
Fesübhânallah !.... Evet dua, o duâ ammâ; makam, o makam değil! Derdini kime anlatırsın? Kanunlara, askerliğe, vatan ve hakka ihâneti, hizmet ve insanlıkmış gibi göstermeye çalışan bu Paşa hazretleri, hala işlediği cinayetin farkında bile değil, tüy dikmeğe uğraşıyordu.
Bir cânî işlediği cinâyetin farkında mı, biliyor mu?
Belki ıslah! mümkündür. Amâ bir hâin ki, hıyanetinin farkında değil, hizmet ve insanlık budur diyor inat ediyor îşte düşmandan önce korkulacak felâket budur.
Ve meselelerimizin zorluğu da buradadır.
Ey Allah'ım! ne hâle düştük... Dinimizce en büyük cinayetlerden sayılan başkalarının hakkına tecâvüz ve yalan yere şâhitlik etmek, şimdi bizde olagan sayılıp âdet hükmüne girmiş! Batı milletlerinde böyle bir fiilin failine cânı gözüyle bakılıyor. Bizde ise, aynı yolla dost ve yârâna iyilik edilip, menfaatler sağlanıyor. Peygamberimiz- (Bu ümmetin dünyada çekeceği azap, kendi bilgisizliğinden ve kendi elindendir.) diyor bir hadisi şeriflerinde. Ne kadar doğru ve acı bir gerçek! Bir millet ki ferdleri arasında yalancılık ve hakka tecâvüz âdet hükmünü almıştır, artık o milletten ve geleceğinden ne beklenir.
Her neyse, Kâzım Paşa da Şevket Paşa gibi bir Mirlivâ olduğu halde yukarıdan aşağıya Şevket Paşayı bir iyice benzettikten sonra defteri yüzüne çarpmasına iâde etti. Şevket Paşa, iş büyür de Kumandan Paşaya duyurulur diye korkusundan sesini bile çıkaramadan yanlışlığı düzeltmek üzere defteri alıp gitti.
SUBAY OLACAK KİMSE NASIL OLMALIDIR?
Subayların işe yarayıp yaramıyam konusunda geçirdiğim tecrübelerle özet olarak şu sonuca vardım. Bir
kimse ki doğru sözlü, sadık özlüdür, hiylekârhk bilmez, veya bilse de tenezzül etmez; sözüne ve işine güvenilir,
dâimâ iyilik düşünür ve hüsnü niyyetle yürür; yanlış bir işi sebebiyle âmiri tarafından tekdir olunursa, hatâsma mâzeret ve sebepler aramaz; yanlışın, gerçekten yanlış olduğunu bilir, ve yüzü kızarır; alış verişinde sağlam ve saf yüreklidir, işte bu kimse, hiç harp tecrübesi de geçinnemiş olsa, her türlü güven ve itimâda lâyıktır. Korkmadan eline en önemli işler tevdi edilebilir.Ama diğer bir kimse ki lafazandır, sözünde durmaz, ahdinde vefa olmaz, hiyleyi hüner sayar, kendisine tevdî ve emânet edilen bir işin dışarısını kalaylar, içerisine becerir ve eder, hatâsını inkâr ile başkalarının üzerine atar, veya çenebazlık edip örter; yalancılığı ortaya çıkınca arlanıp sıkılmaz; alış verişinde dâimâ haksızlığa meyleder, bu kimseye değil savaşta, ordu saflarında vazife vermek ayniyle hatâdır.
Ah!..neler gördük, ve ne mallara tesâdüf ettik!... Askerin başında öyle erkân ve kumandan gördümki, muhârebe yerinde asker için kesilen koyunların kuyruklarını çadırının yanında kurdurduğu kazanda erittirerek tulumlara bastırıp Erzurumdaki evine kadar aşırıyordu. Ve bu kumandan, emri altındaki bunca subaya ahlâksızlık örnekleri verirken sıkılmıyordu bile... Yine tekrar edelim ki, muhârebe, sağlam ve namuslu adamlarla olur.
Bir subay, hem günün harp tekniğini, hem de savaştığı milleti çok yakından tanımak bilmek zorundadır.
Moskof denildiği zaman bir Türk, damarlarının kin ateşiyle yandığını hissetmelidir.Vatan çocuklarına, dö-
külen kan, ve millî intikam unutturulmamalıdır.
ÇERKEZLERİN BAZI ADET VE AHLAKI
Sonraları, orduda bulunanları ile temaslarımdan çerkezlerin bir hayli durumlarına vakıf oldum Kabile filan gibi ırkî âdet ve göreneklerinin baskısından kurtarılıp tam askerî bir süvari birliği gibi tesis ve teşkil edilip disiplin altına alınmadıkça, bunlardan gerektiği ölçüde bir fayda sağlanamıyacağına hükmettim.
Bunlann harpte tuhaf tuhaf âdetleri vardır. Bu adamlar, yaralılarını bizim doktorlara baktırmazlar hastalarını bizim hastahanelere yatırmazlar. Kendi adetleri gereğince kendi cerrahlarına baktırmak ister. Bir Çerkez yaralandı mı, askerlerin içerisinde bulunan dost ve akrabasından hastanın hâline ve ağırlığına gore iki, üç bazan dört kişi onu alarak tâa memleketine ve evine kadar götürmeğe mecburdur.
Farzedelim ki bir savaşta elli Çerkez yaralandı bu elli yaralı kişi, yüz iki yüz sağlam kişiyi de işten alıkoyup beraberinde götürür. Irki ve milllî âdetlerinden bir şeyi fedâ etmektense, ölmek, onlarca daha evlâdır. Affedersiniz konudan çıkmış oluyorum ama, yeri gelince de yazmak icâbediyor: 1885 ve 86 senelerinde adliye müfettişi olarak Kastamonu vilâyetinde bulunmuş idim Teftiş esnâsında Bolu sancağına bağlı Düzce kazâsına giderek bir ay kadar orada kaldım. Bu kazâda, hemen çoğu çeşitli Kafkas kabilelerinden olmak üzere otuz beş bin kadar nüfus var. Çerkezleri orada gördüğüm âdetlerinden biri de, bilmem fenni cerrahîleri iktizâsı mıdır, nedir, yaralı bir hastayı gece uyutmamaktır. Hastanın akrabâ veya dostlarından birisi bir öküz kesip etini âdetleri üzere pişirdikten' sonra hastanın olduğu eve getiriyor. Etrafta bulunan butun komşu kadınlar, kızlar ve erkekler toplanıp o öküzü (Pasta ) denilen kendilerine bas bir ekmekle yedikten sonra kızlar kendilerine özgü şarkı ve sözler ile sabaha kadar oyunlar oynayıp yaralıyı uyutmuyorlar. Gündüzde bilmem nasıl ediyorlar... Ertesi gece, hastanın başka bir dostu bir inek kesiyor ve anlattığım âdet devam ediyor tâa hastanın artık geceleri uyuklamasında bir zarar olmadığı cerrah (!) tarafından söyleninceye, ve sayılı günler geçinceye kadar. Bu cerrah, zevk ve sefa ehli bir adamsa... vay hastanın hâline! Demek herif kıyâmete kadar hastaya göz yumdurmayıp, çengi safaları ile eğlenecek!
Bizim Çerkez hemşeriler menfaâtlarını da pek severler. Her ne kadar dünyada menfaatini sevmeyen adam olmazsa da, bunlarınki hadden efzun (Haddinden fazla.) olup bir acayip haldir. Meselâ: kazanılan bir savaş sonunda alınan mallardan bir Çerkez'in hissesine bir at veya öküz, ve yahutta bir inek düşse, yani harbin neticesine kadar ordugâhta bakılmasına imkân olmayan bir şey; herif bunu alıp, evi yirmi günlük mesafede de olsa götürüp gelmelidir. Ama kendisi yokken ordu tekrar savaşa girecekmiş, millet ölüp ölüp dirilecekmiş, onun umurunda bile değildir. Her kabile kendi Beyinin yücelik ve üstünlüğüne inanır, başkasını dinlemez. Yalnız bâzı kabile Beyleri vardır ki, normal zamanlarda, emirleri, diğer kabilelerde de dinlenir ve yürür. Meselâ, Kabartay kabilesinden Gâzî Hüseyin Bey gibi. Bu Hüseyin Bey denilen zâtın dahi, ordu kumandanının emri ve tâli matlarına uygun olarak hareket etmesinde ne kadar güçlükler çekildi... Nitekim kullanılamadı ya!
Müsâ Paşa, kendi kabilesinde Bey, veya (Özden) değilmiş. Küçük yaşında Rus askerî okul ve hizmetine girerek ardı ardınca terfi edip generalliğe kadar yükselmiş; 1860 tarihinde çeşitli Kafkas kabilelerinden beşbin âile ile birlikte Osmanlı memleketlerine göç etmiş. Devleti Aliyye de, generalliğine karşılık, Mirlivâ olarak kabul ve taltif etmiş ise de, tabiatı ile Çerkezlerin istediği Beylik ve Özdenlik rütbelerini verememiş.
İşte bu yüzdendir ki, Mûsâ Paşa dahi Çerkezlere kumanda ve idareden âciz kalmıştı.
Bir harbin sonunda Komutanın çadırına yığılıyorlar. Kimisi atım öldü, kıymeti elli liradır. Hemen ödenmeli! Kimisi, tabancamı kaybettim, değeri şudur; kimisi atımın nalı düşmüş, onu isterim der ve istediği şeyi de mutlaka almak için direnir durur, yumuşaklıktan anlamaz, (yoktur) sözünü dinlemez. Bu böyle olmakla beraber, (Yiğidi Öldür, hakkını yeme) derler. Doğrusu bunların da savaştaki cesâret ve kahramanlıklarına diyecek yoktur.Aferin dememek elden gelmez. Daha sonra Mûsâ Paşa da bunların kumandanlığını yapmaktan vazgeçip istifâ etti. Çünkü iş tahammül derecesini aşmıştı. Mûsâ Paşa dan boşalan yere, süvari Mirlivâdan Ethem Paşa tayin edildi. O da üstesindenden gelemedi bu işin. Gûyâ alay, alay bölük bölük taksim olunarak her bölüğe muvazzaf süvârılerden birer yüzbaşı verildi ve kendi Beyleri de, yerine göre, binbaşı ve yüzbaşı olarak başlarına konuldu. Askeri tâlim ve terbiyeleri yönünden muvazzaf yüzbaşı, itaat ve disiplinlerinden kendi beyleri mes ul olacaktı. Bu da mümkün olamadı. Sözün kısası, çerkezler ağız tadı ile orduda kullanılamadılar. Tehdit edildiler, olmadı; yüzlerine gülündü, hiç olmadı. Çabucak aldanıp, çabucak güvenen acâip bir millettir. Çalışır, çabalar, aman Allah a şükürler olsun biraz yoluna koyup tanzim edebildik dersiniz; tam bu sırada bir müfsit çıkar, onun ifsadına uyar ve yaptığınızı derhal bozar ve bozulurlar, beylerinde dahi işlerin beyazını siyahından ayırt edebilecek ne fikrî bir metânet, ne de bir temyiz kudreti vardır.
Neticede bir kısas meselesi yüzünden bir mufsidin ifsâdı üzerine hepsi darılıp dağıldılar ve gittiler. Her ne hâl ise, Allah'ın yarattıklarını değiştirmek mümkün değil!
Çerkezlerin baskına uğrayıp bozularak döndükleri günün gecesinde dahi birer ikişer yaralılar gelmekteydi. Gecenin saat onbirinde, çadırımızın biraz ilerisinde bir gürültü, bir kavga işittim; çıkıp baktığımda yaralı bir Çerkez, yanında bir başkası, nöbetçi erine, (Bu gece kalmak için mutlaka bize bir yer bul!) diye ısrar ediyorlar Nöbetçi de: (Ben nöbetçiyim, yerimden kıpırdayamam, subaya gidin'.) diyordu. Çerkez er buna rağmen nöbetçiye yer buldurmakta direniyorlardı. Savaşların daha başında ve alışmamış olduğum için, düşmanlar tarafından yaralanmış bir adamın gece yarısı sürüklenmesine vicdanım râzı olmadı. Adamcağızı kendi çadırıma aldım. Gecenin o saatinde doktor falan bulunamıyacağmdan çay may tedârik ederek içirebildim. Saat gecenin biri ben de yattım. Sabahleyin kalktığımda baktım ki bizim yaralı kımıldamıyor. Yokladım...meğer şehid olup Allahın rahmetine kavuşmuş.
ŞEYH UBEYDULLAH EFENDİNİN ELLİ BİN KÜRDÜ
Elli bin de yardımcı Kürt askeri katılacaktı. Çünkü Hakkâri taraflarında Tarikatı Aliyye-i Hâlidiyye
şeyhlerinden Seyyid Tâhâ hazretlerinin oğlu, ve o yörelerde yaşayan bütün Kürt kabilelerinin güveni, ve dayanağı olan Şeyb Ubeydullah Efendinin süvârî ve piyâde, elli bin kişi ile Orduyu Hümâyuna katılacağı haberi, pek mutantan bir gürültüyle gök kubbeyi doldurmuştu. Bu şâyia, zanımca, yukarıdakilerin gözüne girerek makam, mevki ve terfi kazanmak için her fırsatı ganîmet bilip her zorluğu, kolay; her yokluğu, var göstermekte âdet ve hüner sahibi bâzı memurlarımızın işgüzarlığı olsa gerektir.
Şeyh efendinin kudret ve kerâmetini, halkın ona bağlılık ve hürmetini tasvirde bu memur efendiler kim bilir nasıl bir dil kullanmışlardı ki, Hilâfet merkezi dahi herkes gibi bu yalanlara kanmış, Şeyh Efendi hazretlerinden mukaddes hizmetler bekliyordu. Ve yine bu sebepledir ki, Eleşkirt'te Fâik Paşa, Şeyh Efendinin arzularını yerine getiriyor ve dâimî haberleşme hâlinde bulunuyordu. İleri de görüleceği gibi, uçurulan bu haberlerin hiç birisinin aslı faslı çıkmadı ya!..
Benliahmet hâdisesinden sonra cesâretini artırıp durumunu tanzim eden düşmanın, bir taraftan Kars muhâsarasını takviye ile şiddetlendirip şehri topa tutmak için hazırlıklarım tamamlamakta, diğer taraftanda Ardahan'daki kuvvetlerinin bir kısmı üe Penek ve Oltu yolundan bizim solumuza sarkmakta ve bir taarruza hazırlanmakta olduğu haberi alındı.
Bu haberi almazdan çok daha önce istanbul'a elimizde yeteri kadar kuvvet olmadığını bildirmiş ve takviye istemiştik.Aldığımız cevapta, birinci ve ikinci orduların ikinci sınıf ihtiyat taburlarında toplanabilenlerin silâh altına alınarak peyder pey Erzurum'a gönderilmekte olduğu bildiriliyordu. Sandıklı, Yalvaç,
Uşak, Karahisar taburları gelmişti bile.
Gelelim düşmanın hâline: Ardahan'da bulunan düşman işgal kuvvetleri kumandanı General Kamarof, Oltu yörelerinde hem bir keşif hareketinde bulunmak, hem de etrafı kolaçan ederek çevreye korku ve dehşet
salmak, ve eğer durum elverir de gözlerine kestin derse, Oltu'yu da işgal etmek niyetiyle bir alay kadar süvari yollamış imiş.
Hakkı Bey'in kaçmasından sonra düşman, borusunu öttürüp trampetlerini çalarak Önce Penek'e, sonra da keyfince yürüyerek harman yerine gider gibi oltuya girmiş.
OLTU'NUN KURTARILMASI
Oltu'daki düşman birliği, dağını üzerine bizim askerin geldiğini ve Erzurum'dan da başka kuvvetlerin gelmekte olduğunu haber alınca, Şâhin Paşanın sancısından daha çok sancıya uğrayarak derhal Oltu'yu terk etmiş.Ölüm derelerini Şâhin Paşanın sâyesinde selâmetle geçip, Penek ve Gole yolu ile on sekiz saat uzakta bulunan Ardahan'daki merkezine, kılına bile halel gelmeden ulaşmıştır!
Uğradıkları tehlikeden burunları dahi kanamadan kurtulan Ruslar, birbirini tebrik ede dursunlar, bulunduğu tepenin alt tarafından Moskof askerlerinin bir resmi geçitteymiş gibi, ellerini kollarını sallaya sallaya geçip gittiklerini gördüğü halde, (Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.) sözüne en güzel örnek veren bizim korkak Paşamız, bulunduğu tepeden geçişi tam bir vakar ve sükûnetle seyrettikten sonra, durumu bir telgrafla Başkumandan Paşaya şöyle müjdeliyordu: (Düşman, emrimdeki askerin Oltu'nun üzerindeki
dağa geldiğini haber alır almaz, askerimizden göreceği hamle-i şîrâne (19) ve savleti kahram anâneye (20) dayanamayacağını bilüp ve Oltu'da ne yapacağını da şaşırıp, hattâ bâzı ahmâl (21) ve eşkâlini (22) de bırakıp handeleri mûcip (23) olacak bir süratle mütenezzilâne (24) savuşup gitti. Bu da muvaffakiyâtı Hazreti Pâdişâhî (25) ve hulûsu niyyeti cenâbı Müşîrîleri cümle-i cemilesinden bulunmuştur (26) vs.) gibi şâ'şâh ve mânâsız gevezeliklerle dolu bir telgraf.
Biz ise, durumu bilmediğimiz için : (Hay Allah cezâsını versin! Yazık olmuş!...Zâhir Paşa hazretleri yetişemeden düşman bir tâlih eseri yakayı kurtarmıştır.) diyerek iç çekip hayıflan dik. Fakat sonradan yanında bulunanlardan ve diğer Oltululardan öğrendikki, kazın ayağı bizim bildiğimiz gibi değilmiş.
Şâihin Paşanın artık oralarda işi kalmadığı için, fırkasına dönmesi: Râşit Paşaya da ikinci bir emre kadar
Oltu'da kalması ve Penek boğazını gözden ve kontroldan uzak tutmaması emrolundu.
Her neyse...geçmişe üzülerek geri kalmayalım. Râşit Paşa, düşmanın sayısını ve Oltu'ya girdiğini öğrenir. Şâhin Paşa kuvvetlerinin beriden gelmekte olduğunu bildiği için, ele düşmüş avı bir an önce Oltu çukurunda kıskıvrak yakalamak hırsı ile süratle Oltu üzerine yürür. Ertesi gün yolda düşmanın kaçmış olduğunu öğrenir ve üzülür. Sonradan Şâhin Paşanın korku ve pısırıklığını duyar, kaçırılan fırsata yanar yakınır ammaa kuru kuruya yanıp yakılmanın faydası nola ki?...(Yiğit, bin yaşar, lakin fırsat bir düşer.) Atasö-
zünü unutmayalım.
Kumandan ve siyâsîlerimiz içerisinde ihtiyatlılık ve endişeleri ile korkaklık derecesini aşmış pısırıklar mı ararsınız1'!.. Savaşta bir hizmetle görevlendirilip de, emrine verilen kimselerin burnu kanamasın diye, kendi canını korumayı başarı sayanlanrımı sorarsınız. İlâmâşe-Allah! İstemediğiniz kadar. (Yiğitliğin şartı ondur.Dokuzu kaçmak, birisi de hiç görünmemektir.) sözü, gûyâki dillerde pelesenk olmuştur.
(19) Hamle-i şîrâne: arslan gibi hücum.
(20) Savleti kahramanâne: kahramanca saldırış.
(21) Ahmâl: yüklerini.
(22) Eşkâlini: ağırlıklarını
(23) Handeleri mûcip : Gülünç bir şekilde.
(24) Mütenezzilâne : Düşkün ve zelil
(25) Muvaffakıyâtı Hazreti Pâdişâhî: Padişah hazretlerinin başarılarından.
(26) siz Mareşal hazretlerinin temiz niyeti sonucu.
KARS MUHASARASINDA ASKER VE HALKIN DURUMU
Ruslar,Kars'ın muhâsarasını şiddetlendirdiler. Haberleşmemiz güçleşti. Para ile de olsa, bâzı vatanseverler, çoban ve Kürt kıyâfetlerine bürünerek haber götürüp getiriyorlar.
Düşman, Kars'ın, Zâim köyü ve Kuyucuk gölü cihetlerine büyük çaplı muhâsara toplarını yerleştirmiş, gece gündüz hem askeri bölgeleri, hem de şehrin içerisini veryansın, bombardıman ediyormuş.
Kars'ta çenbere alınmış asker ve sivil vatandaşlamızm tek ümit ve tesellisi, Horum düzündeki ordumuz.
Fırsat buldukça şehrin dışarısına çıkan yiğitlerimiz, gâvur Moskofla gırtlak gırtlağa boğazlaşıyoriarmış.
(Muhtar Paşa, ordusu ile beş güne kadar gelecek. Şöyle kesip böyle biçecek) diye avutulan halkın gozu
yollardaymış.
KARS KUMANDANI HÜSEYİN HAMİ PAŞANIN DELİLİKLERİ
İnsan topluluklarında görülen dirlik ve düzenin devâmında (ümit) denilen mânevi hissin yeri ve değeriçok büyüktür. Bir toplulukta ki, (ümit) ten dahi eser kalmaz, orada ne emir, ne idâre, hiçbir düzen ve devam olmaz. Bunu çok iyi bilen ve değerlendiren Muhtar Paşa, Kars'ta
düşman çenberi içerisinde kalmış asker ve sivil vatandaşlarımızın yese düşmeden, ümitle direnmelerini temin için çâreler düşünür, kafa patlatırken, Kars kumandanımız Hüseyin Hâmi Paşa'dan da, tam bunun aksine şeyler işitmeye başladık.
Kars'ın muhasarası ile yürürlükten kaldırılan adlî ve idâri kanunların yerini, askerî kanun ve kumanda alınca, emir ve yasağın kendisine kaldığını gören Hüseyin Hâmi Paşa, tam bir sorumsuzluk içinde, kendi arzû ve hevesini yürürlüğe koyup, (Bir günün beyliğide beyliktir.) diyerek şimdiye kadar gizlediği deliliklerini açığa vurmak fırsatını bulmuştur.
Öyleki bâzı derviş ve erenlerin: (Paşa hazretleri, siz,âhir zamanda gelmesi beklenilen Mehdiyi zamansınız. Sizin mübârek ellerinizle büyük büyük zaferler kazanılıp, beldeler fethedilecektir.) demelerine inanır ve bunları, kendisine gâipten verilmiş birer emir ve müjde sanır, sırdaş olduğu yakınlarına da: (Aramızda kalsın!) tenbihi ile anlatırmış. Paşamız aynca, remil hesapları ile uğraşıp fal kitaplarından istimdat etmek gibi devâsız bir hastalığa da mübtelâ olduğundan, hazine-i ğaybın anahtarlarının kendi elinde olduğuna inanırmış.
Her zaman ve her yerde olduğu gibi, şahsî menfaat ve çıkarlarını halkın zararında arayan fırsatçı, yağcı ve dalkavuklar Paşamızın etrafinı sarıp: (Bize şöyle ilham olundu böyle ilham olundu, şöyle rüyâlar gördük böyle rüyâlar gördük) diye sureti haktan görünüp türlü türlü yâvelerle Paşa hazretlerine olmadık hendekler atlatırlar, onun saçmalıklarını te'yid ile deliliklerine esrârengiz bir rûhâııiyet ve ermişlik havası verirlermiş.
Bunlar bâz an da: (Fîlân kimse düşmana casusluk ediyor.) iftiraları ile istemedikleri şahısları ufacık bir şüphe ve tertip ile Paşa hazretlerine jurnal edip astırmış, bâzılarını da Kars kalesine kumandan olan topçu Miralayı Hüseyin Beye burçlardan aşağı uçuruma attırmışlar dır. Bu Hüseyin Bey de, hem aldığı emri yerine getirir, hem de deli Paşanın hâline gülermiş.
İstemezlerin bir ihbarı üzerinee, Kars'ın Akbaba nâhiyesinden Hacı Veli Ağayı da böylece ipe vermişler. Yine Kars'tan serveti ile olduğu kadar iffet ve şerefi ile de tanınıp sevilen, Akbaşzâde Ahmet efendiyi de böyle feci bir akıbete sürüklemek istemişler. Fakat, bâzı subayların ve halkın yardıma koşması ile İdamına cesaret edemeyip şehirden dışarı sürmüşler.Velhâsıl Paşamız kükremiş bir arslan olmuş, jurnalcılarının işâreti ile tüm Karslıları bir ceviz kabuğuna sokmuşimiş. Neden sonra anladık ki, Kars'lı vatandaşlarımız yalnız gâvur Moskofun attığı toplardan değil, Paşa hazretlerinin ve jurnalcılarının attığı katır çiftelerinden de perişanmış. Halk o hâle gelmiş ki, Allah kapusundan başka şikâyet edip inleyecek bir yer kalmadığından gizlice evlerde toplanır: (Ya Rabbi! Bizim üzerimizdeki bu iki belâdan birini kaldır.) diye dualar ederlermiş.
Kars halkı, böylece iki ateş arasında kalmış olmasına rağmen, sabır ve metânetinden hiçbir şey kaybetmeden,silâha sarılıp askerle birlikte, omuz omuza verip düşmanla boğuşmuş, ve asla yılgınlık göstermemiştir.
Muhâsara boyunca, Kars halkının gösterdiği kahramanlıklar tarih sahifelerinde şan, vatan çocuklarının
dillerinde destandır.
Kırım savaşlarında da Kars Moskoflar tarafından sarılıp çenbere alınmıştı.Ve yine Karslılar o gün, vatan
Bu kitaba göz atmak okumak için daha geniş bilgi için Başımıza gelenler tıkla : http://endandik.blogspot.com/2012/01/basmza-gelenler-1.html
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Yorum Gönder Blogger Facebook
DİKKAT!
İfadeler şekiller, jpg, gif, png,bmp formatlarında resim, foto, video, müzik ekliyebilirsiniz.Resim eklemek için-- [img] resim linki [/img] // Müzik eklemek için :-- [nct]Müzik linki [/nct] Youtube Video ekleme:-- [youtube] Youtube Video Link [/youtube] Link kapanış kutucukların arasına boşluk bırakın
***KÜFÜR HAKARET İÇEREN YORUMLAR SİLİNECEKTİR***
Gülen ifade eklemek için işaretleri kullanın
:) (: :)) :(( =)) =D> :D :P :-O :-? :-SS :-t [-( @-) b-(