Hindistan’ı hakkında bir “gezi yazısı” olarak tanımlanacak bir metin çıkaracak kadar gezemediğim için sadece bu ülkede geçirdiğim 6 günde gözüme takılanları ve bu sürede öğrendiklerimi paylaşacağım. Yani aşağıda Ganj’ı, Taj Mahal’i bulmayı beklemeyin. Her zamanki gibi iş nedeni ile 5 gün Pune’de bulunmam gerekti. Aslında bu zorunlu durum benim tam da istediğim şey. Gittiğim ülkelerde o en popüler, en turistik şehirlerini görmektense, sadece yerel insanların yaşadığı, o ülkeye ait gerçek yaşamı görebileceğim yerleri görmeyi tercih ederim. Özellikle Avrupa’da genelde küçük köylerde kalma şansım olduğu için gerçek İtalya’yı, gerçek Hollanda’yı, gerçek İsviçre’yi görebilme şansına kavuştuğuma inanıp kendimi avutuyorum. Hindistan’da da vakit darlığından da sadece sonuna 1 gün Mumbai ekleyebildim.
Benim Hindistan’daki ilk 8 saatimi okumak yerine izlemek isterseniz, Outsourced adlı filmin ilk 8 dakikasını izleyebilirsiniz. Filmdeki ana karakter Amerika’dan Mumbai’ye geliyor ve daha içeri bölgelerdeki bir şehre iş için bir taksi ile gitmesi gerekiyor. O adam ne gördüyse, ne yaşadıysa aynısını bende gördüm bende yaşadım. Başlamışken filmin devamını da izleyin derim güzel bir filmdi.
İlk İzlenimler
Uçakta çok sayıda Hintli vardı ve hiçbirisi Pakistanlılar veya Araplar gibi uçakta kıyafet değiştirme ihtiyacı duymadı. Evinde sarıkla dolaşan İstanbul’da da rahat rahat sarıkla dolaşıyor. Adamların kendilerine güvenleri tam. Yolculuk yapan kesimin kıyafetleri kesinlikle kaliteli ve zevk sahibi gibi duruyor. Şöyle bir bakınca sadece ülkenin yüksek gelirli kesiminin seyahat ettiğini hissediyorsun.
İnince ilk gözüme çarpan 5 başlık şunlar;
Havaalanının gelen yolcu terminalindeki tüm yolcuların en çok %15′i Hintli. Avrupa dışında gittiğim ülkeler içinde en çok turist çeken yer, çok açık Hindistan.
İnternette yazıldığı gibi Mumbai çiş kokmuyor. Yazılarda 40 milyon köri yiyen insanın, kanalizasyon altyapısı olmayan ve yıllık sıcaklık ortalaması 30 derece olan bir şehirde yaşaması durumunda oluşacak çiş kokusundan bahsediliyor. Yok öyle bir şey.
Havaalanından çıktığın an üstüne 50 tane taksici atlıyor ve oradan hemen uzaklaşmanız lazım.
Havaalanından sonra 5 saat kadar iç bölgelere yolculuk yaptım. Hemen dikkat çeken şeylerden biri çok sayıda insanın sokaklara işemesi. Otobanda en az 15 arabayı sağa çekilmiş, şoförünü de kenara işerken gördüm. Geri kalan 6 günde bundan farklı değildi. Adamların umumi tuvalet ihtiyaçları hat safhada.
Benim bulunduğum bölgede dağların ve toprağın rengi çok farklıydı. Bazı tepeler siyaha çalan çok koyu gri renkteydi. O güne kadar gördüğüm en farklı renkte tepeleri görmüştüm. Uzun süre sadece etraftaki toprağın ve tepelerin rengine bakmıştım.
İnsanlar
Hindistan’da gördüğün en farklı şey nedir derseniz cevabı insanlarıdır. Çünkü herhalde gördüğüm en düşük ortalama yaşam standardını da burada gördüm, en mutlu görünen ve şikayet etmeyen insanları da.
Zamanımın çoğunu geçirdiğim şehir olan Pune, eyaletin kültür başkenti olarak geçiyor ve büyük şehir statüsünde. Her gün 1,5 saatlik yolculukla ulaştığım fabrika yolunda ise kırsal kesimleri de arabadan görme şansım oldu. Kırsal ve kentsel bölgelerdeki yaşam standardı çok farklı. Daha iç bölgelerde özellikle tarım yapılan kırsalda çok çok daha farklı olduğunu okudum. Ama görmedim o nedenle bu yazıda yok.
İlk gün otelden çıktım ve amaçsızca bir yöne doğru yürümeye başladım. Sonuçta gördüğüm her şey benim için yeni ve çok farklıydı. Belirli bir hedefe doğru gitmem de gerekmediğinden tutturduğum yolda devam ettim. Bir süre sonra yol kenarındaki evler bitti. Nehire paralel devam eden yol sadece sazdan ve tenekeden yapılmış barakaların bölgesine geldi. Bende temelden etkisi olan ilk manzarayı burada gördüm. Bazı barakalar vardı ki sadece 2,5 metreye 2,5 metre sazdan çevrilmiş bir alan düşünün, kapısı yok, zemin de açılmış karton kutularla kaplı. Kapısı olmadığı için içeriyi görebiliyorum. İçeride 3 kişi oturuyor. Beyaz bir bezi beline dolamış üç kişi. Vücudun üst yarısı çıplak, biraz bez de kafalarına sarılmış. Evdeki insanlar dışındaki tek nesne bir köşede duran tek bir tabak. Baktım ve geçtim.
Daha sonra yerel ev sahibimle oradan geçerken sorum üzerine bu barakalardaki insanlardan bahsetti. Bana anlattığı durum özetle şu; Bu insanlar bu barakalarda yaşıyor. Ömürleri boyunca da bu barakada yaşacaklar. Hiçbir mülkiyet hakları yok ve olmayacak. Hiç bir şeye sahip olamazlar. Yani sadece bir eve sahip olma değil hiçbir varlığa sahip olamazlar. Öyle olması gerekiyor. Anlatılan bu kadar basit ama ben doğal olarak bu durumu ilk seferde bu kadar kolayca kavrayamadım. Her anlattığı şeye karşılık bir sürü yeni soru sordum. Ve aldığım cevaplar hala benim kavrama kapasitemin çok ötesinde kaldı. Durum gerçekten enteresan. Bu adamların hayat şartları kelimenin tam anlamıyla değişemiyormuş. Çünkü ait olduğu sınıf gereği bir nesneye sahip olamıyorlarmış. 5 yıl sonra da o barakada oturuyor olacak, 25 yıl sonrada. Ve orada ölecek. Ömrü boyunca üzerindeki kıyafet dışında bir nesneye sahip olmayacak. Bu durum bu kişilerin tercihi de değil. Mensubu olduğu kastın, sınıfın durumu bu.
Bu adamın bu durumu neden ve nasıl kabul ettiğini anlamaya çalıştım. Ama tam beceremedim.
3 gün sonra tekrar aynı yerden tek başıma geçerken aynı barakanın içine baktım. Aynı kişiler olduğunu tahmin ettiğim 3 kişi oturuyordu. Tabak da oradaydı. O an durumun gerçekliğini hissettim. Ve gerçekliğini hissedince çok daha garip geliyor. Biz hayatımız boyunca sürekli yaşam kalitemizi arttırmak üzere çalışmaya güdülenmişiz, hayata bakışımız ve beklentimiz bu yönde. Tam zıttı bir durumu ben okuyarak, dinleyerek daha önce anlamıştım ama hissetmemiştim. Gerçekliğini hissetmem için o barakayı ikinci kez görmem gerekiyormuş. Ve o ilk hissetme anını unutmam. O günden beri ara ara o barakayı düşünürüm. Üzerinden 2,5 yıl geçti ve o 3 kişi hala o barakada oturuyor olmalı. Bundan 10 yıl sonra da bir ara o 3 kişiyi düşüneceğim.
Tabak olayı nedir bilmiyorum ama.
Hindistan’dan önce görmüş olduğum en zor şartlarda yaşayan insanlar Pakistanlılardı. Kaldı ki Pakistan’daki şartlar Hindistan’a göre daha iyi. Ama Pakistan’da sokaktaki insanların yüzleri hep asık. Gülümseyen insan görmek zor. Ama burada yol kenarında boş boş dururken bile gülümseyen insanlar var. Hele sokakta biri ile konuşmaya başladığınızda mutlaka gülümseyerek cevap veriyor. Pakistan’da sana cevap veren sokaktaki insan sana garip bir bakış atarak yaklaşıyor oysa. Farklılığını hissediyorsun konuşurken. Burada ise farklı değilsin hissi hakim. En azından konuşurken.
İnsanların kıyafetleri renkli. Erkekler dahi her renk kıyafeti giyebiliyor. Cart diye tabir ettiğimiz kırmızı, sarı, turuncu ve bilumum canlı renkte gömlek giymiş bıyıklı, sakallı erkekler görmek çok olağan.
İnsanlara bakınca hepsi Hintli tipli ama tek biyolojik etnik kökenden söz etmek mümkün değil. Şahsi gözlemim, insanları fiziksel görünüşlerine göre kabaca 4 farklı grupta toplayabiliyorsun. Bir grup çok siyah. Diğerleri çok daha açık renkli. Hele bazıları nerede ise bizim kadar beyaza yakın. Bir grubun kafaları çok yuvarlak. Diğer hepsi ince uzun kafalı. Eee her millette var bu özellikler diyeceksiniz. Evet bizde de yuvarlak kafalı veya uzun kafalı insanlar var, yine açık tenli, koyu tenli insanlarda var ama asla bu şekilde gruplayamıyorsun. Çünkü burada tüm yuvarlak kafalı insanların diğer fiziksel özellikleri de çok bariz şekilde ortak. Hepsi aynı ten renginde, göz şekilleri aynı, saçları aynı. Tahminime göre bu insanlar farklı etnik kökenlerden geliyor ve bizden farklı olarak bu gruplar arasında evlilik yapılmıyor. Gen yapıları çok dağılmamış. Bizde ise gen havuzu çok karışmış.
Mesela benim kendime göre yaptığım gruplandırmada 3. grup dışında asla ama asla kel insan olmuyor. Hepsi çim adam gibi. Bir Hintlinin saçı dökülüyorsa kafadan 3. gruba ait diyebilirsin ve bu adamın rengi asla siyah olamaz. J
Hindistan’daki herkesin İngilizce konuştuğunu düşünüyoruz. Bu eğitimli herkes için aşağı yukarı doğru ama birçok taksicinin tek kelime konuşamadığına şahit oldum. Airport kelimesini bile anlamayan taksiciler var.
İnanış, Tanrılar ve Ganesh
Bu insanların inanışlarına da saygısızlık yapmamaya çalışarak konu ile ilgili gözlemlerimi anlatmaya çalışayım. Yoksa buradan çok malzeme çıkardı…
Herkesin bildiği gibi Hinduizm çok tanrılı bir inanış sistemi. Bölge bölge de belirli tanrılar daha popüler. Pune ve çevre illerde ise Ganesh en sevilen tanrı. Ganesh’i figür olarak gelmeden tanıyordum ama bu kadar popüler olacağını hiç tahmin etmemiştim. Kelimenin tam anlamıyla “Ganesh her yerde”. Sokakta her köşe başında bir Ganesh tapınağı yapılmış. Otobüs durağı gibi 4 direk dikip üstüne bir çatı koyup içine bir Ganesh’i oturtmuşlar. Kepenkleri kapatılmış bir sürü stant benzeri dükkanlar dizisi içinde bir tanesinin kepenkleri açık ve içinde bir Ganesh oturuyor. Hatta bazı yerlerde bizim köy evlerindeki odunlu ekmek fırınına benzer küçük kubbelerin içine Ganeshleri yerleştirmişler. Yetmemiş, hemen her dükkanın tabelasınında bereket için bir Ganesh resmi var.
Tüm taksilerde orta konsolun ortasında ya heykeli ya da kartpostalı mevcut. Her gün işe gidip gelirken fark ettim ki her fabrikanın bahçesinde bir tapınak ve içinde bir Ganesh var.
Çalıştığım fabrika içerisinde ise gözlemlerime göre nerede ise bilgisayarların yarısının masaüstü duvar kağıdı Ganeshli. Yine birçok cep telefonunun arka fonunda Ganesh resmi var. Eğer telefon masaüstü olacak kadar teknolojik değilse arkasına bir Ganesh çıkartması yapıştırılmış.
Çalıştığım fabrika içerisinde ise gözlemlerime göre nerede ise bilgisayarların yarısının masaüstü duvar kağıdı Ganeshli. Yine birçok cep telefonunun arka fonunda Ganesh resmi var. Eğer telefon masaüstü olacak kadar teknolojik değilse arkasına bir Ganesh çıkartması yapıştırılmış.
Ben de merak ettim kimdir bu Ganesh diye. Okuyunca gördüm ki Ganesh şunun tanrısı, Ganesh bunun tanrısı diye listelenmiş ama o liste bitmiyor. Elim değmişken başka tanrılara da baktım. Bu liste onlar için de çok farklı değil. Aynı özellik hemen her tanrıda var. Hepsi şans tanrısı. Hepsi bereket tanrısı. Zaten bu Hinduizm meselesi 2 paragrafta anlatılabilecek bir şey değil. Konumuza dönecek olursak Ganesh şans, bereket, engelleri kaldırma, zenginlik, güzel başlangıçlar gibi konulardan sorumlu. Fil başlı ve 4 kollu olarak tasvir edilmiş. Hikayesi şöyle;
Shiva’nın karısı bir gün banyo yapacak olmuş. (Ben bugüne kadar Shiva’yı hep dişi olarak düşünmüştüm. İlk şoku burada yaşadım) Banyo yaparken kendisine muhafızlık edecek kimseyi bulamamış ve bir şekilde sabundan veya hamurdan bir çocuk yapmış. Sonra da ona can vermiş. Ve Ganesh resmen doğmuş olmuş. Ganesh’e burada bekle, etrafa bakarak ol, ben içeride banyo yaparken kimse gelip beni dikizlemesin demiş. Garibim Ganesh de kapıda saf saf beklerken Shiva gelmiş ve görev bilincindeki Ganesh Shiva’yı içeri bırakmamış. Sinirlenen Shiva, hiddetle Ganesh’in kafasını uçurmuş ve içeri girmiş. Daha sonra bir öğrenmiş ki onu karısı yaratmış. Yani bir nevi kendi oğlu. Tekrar canlandırmak istemiş ama nasıl bir hiddetle kestiyse artık kafasını bulamamış. Brahma’ya gitmişler ve o da kuzeye doğru gidin, bulduğunuz ilk canlının kafasını kesip getirin ve çocuğa takın demiş. İş bu ya, kuzeye giderken karşılarına ilk bir fil çıkmış. Ve fil kafalı Ganesh ortaya çıkmış.
Otellerde ülkedeki yaygın inanışın kutsal kitaplarını bulmaya alışığım. Ama burada başucumdaki çekmecede Hinduizmin kutsal kitaplarından birini bulmayı hiç beklememiştim. Elime geçen bu konudaki ilk kitap olduğu için bir gece 2 saat kadar okuduğumu hatırlıyorum. Yine saygısızlık olmasın ama bana karakterlerini tanımadığım ve karışık bir olayı anlatan bir diziyi, 3. sezonunun 14. bölümünden itibaren izlemeye başlamışım hissi verdi.
Her gün fabrikaya giderken kullandığım yolda devasa bir Ganesh heykelinin önünden geçtim. Bu heykel, aynı anda Pune-Mumbai arasındaki karayolundan, otobandan ve demiryolundan görünen bir tepe üzerine dikilmiş. Ve 22 metrelik boyu ile dünyadaki en büyük Ganesh heykeliymiş. Yiyecek yemek bulamayan bu insanlar bu devasa heykeller için çok rahat kaynak buluyor gibi duruyorlar.
Yemek
Şimdiye kadar gittiğim yerler içinde en az yerel yemek yediğim yer Hindistan oldu. Sebebi de fabrikadaki yemeklerdir.
Fabrikadaki ilk günüm ve ilk öğle yemeği. Ev sahibim beni yemekhaneye götürdü. Keskin bir koku karşıladı içeri girince. Bu kokunun çok daha kötüsüne Singapur’daki yemekhaneden alışığım. Singapur’da aynı yemekhanede 4 farklı tip yemek çıkıyor. Çinliler için Çin yemeği, Hintliler için Hint yemeği, Müslümanlar için helal yemek, bunları yiyemeyen ve hala kokuya rağmen iştahı olan Avrupalılar için batılı yemeği. Çin ve Hint yemeklerinin karışan kokusu bir numaralı diyet reçetesi aslında. Haaa bu arada “Aaa ben Çin yemeğini çok severim amaaaa. Hint yemekleri de pek lezizdir kiiii” diyecekseniz bi zahmet Nişantaşı’ndaki restoranlardan çıkıp bu taraflara gelin, bir Çin’de yiyin bir de burada. Sonra konuşalım.
Biz tepsimizi aldık ve sıraya girdik. Diğer ülkelerdeki fabrikalarda olduğu gibi çok fazla seçenek sunulan bir menüleri yoktu. Bir tabak pilav koyuldu tepsime. Yanına da 2 tane lavaş benzeri ekmek. Sunulan tek seçenek küçük çerez kabı gibi kaplar içerisinde yemek olduğunu sandığım bulamaçlardan, yeşilimtırak sarı olanı mı yoksa turuncu olanı mı istediğin. İlk gün yeşilimtırak sarı olanı aldım. O kaptan çatalla yemeği düşünürken gördüm ki o bir yemek değilmiş sosmuş. Masadaki herkes küçük kaptaki bulamacı pilavın üstüne döktü. Daha sonra elleri ile pilavı ve bulamacı karıştırıp daha katı hamur kıvamında bir şey elde ettiler. Sıra yemeğe gelmişti. Tabaklarındaki karışımdan parmakları ile küçük toplar yaptılar ve ağızlarına atmaya başladılar. Parmaklarından akan yemek suları tabağa aksın diye sağ elleri hep tabağın üzerinde duruyor. Ben de çatalımla tabağımdan soslu pilavı yiyordum. Tadı güzel değildi.
O akşam nedense Hint yemeği yemek istemedim. Tofulu bir uzak doğu yemeği yedim.
İkinci gün öğlen yine yemekhaneye gittik. Yine sadece pilav ve aynı renklerde iki küçük sos kabı vardı. Bugün turuncu olan sostan aldım. Tadı daha iyi değildi.
O akşam da nedense canım Hint yemeği çekmedi. Makarna gibi bir şey yedim.
Üçüncü gün yemekhanede gördüm ki yine sadece pilav ve iki küçük sos kabı var. Dayanamadım sordum. “3 gündür aynı yemek var. Hep böyle midir yoksa bana mı denk geldi?” dedim. Cevap “Evet, yemek hep budur ama bu güzel bir yemek” oldu. Tamam güzel ama neden değiştirmiyorsunuz diye sorunca yine anlamakta zorlandığım bir cevap geldi. “Bu zaten güzel bir yemek. Güzel olan yemeği neden değiştirelim?”. Cevabı yemeği değiştirerek vermek istedim. Ve ben 3. gün, o yemekhanede bir devrim yaptım. İki sos kabını da aldım. Ve iki sosu karıştırdım. Açık turuncu sosumla pilavımın tadına vardım. Masadaki herkes şaşkınlıkla bana baktı. Tadı hala ama hala güzel değildi L
O yemekhanede halen iki sosu karıştıran soluk benizlinin efsanesi anlatılıyormuş diyorlar.
Hintliler kahvaltıda genelde bir tür kuru fasulye yemeği yiyorlar.
Diğer öğünler ise pilav ağırlıklı olmakla birlikte çeşitli sebze yemekleri oluyor. Vejetaryenlik sanıldığı gibi çok yaygın ama seviyeleri var. Bir kısım hiçbir hayvansal ürün tüketmiyor. Buna süt, süt ürünleri ve yumurta dahil. Bir kısım hayvansal ürünleri tüketiyor ama et yemiyor. Bir kısım ise sığır eti dışında et de yiyor. Sığır eti yiyenler de var dediler çok çok çok nadirmiş. Benim çevremdekiler arada tavuk eti de yiyoruz ama çok tercih etmiyoruz dediler.
Meyveler ise çok bol. Pakistan’la Hindistan sürekli mangoları konusunda yarışıyorlar. İki ülkede de televizyonlarda kaç kere Pakistan mangosu mu iyidir Hindistan mangosu mu iyidir tartışması izledim. Ama benim tercihim kesin olarak Pakistan mangosudur. Taze sıkılmış mango suyu da en sevdiğim içecektir.
Yine sokaklarda çok sayıda taze Hindistan cevizi suyu satan arabalar görebilirsiniz. İçmek istediğinizde yeşil kocaman bir hindistancevizinin kafasını satır ile uçurup içine bir tane kamış koyup size veriyorlar. Taze Hindistan cevizi suyunun tadı kuru olanı kadar güçlü değil. Yani beklediğim kadar yoğun bir aroma bulamadım ama yine de içmesi güzel.
En güzeli ise şeker kamışı suyu. Bunu Suudi Arabistan’da da denedim. Yine seyyar arabalardan taze sıkılmış şeker kamışı suyu alıp içebiliyorsunuz. Taze sıkılmış dediğim gerçekten taze, gözünüzün önünde sıkıyorlar. Bunu izlemek ayrı bir zevk. Arabanın altında 1,5 metrelik bir sürü şeker kamışı var. Bir bardak istediğinizde 6-7 tanesini çekip alıyor. Kamışı parçalayan dişli çarklar arasında geçiriyor. Altındaki kaba suyu çıkarken ezilmiş kamışta dişlinin sonundan atılıyor. Bu gerçekten tatlı bir içecek. Biraz metalik tat var. Bu tat benden önce bir kaç yüz Hintliyle aynı bardağı kullanmamdan mı geliyor yoksa içeceğin kendisinden mi bilmiyorum. Bu arabalarda 4 veya 5 tane plastik bardak oluyor ve herkes aynı bardaktan içiyor. Her halinden o bardağın yüzlerce kez kullanıldığını anlıyorsunuz. Tek kullanımlık tasarlanmış bu bardaklar burada asla bir kere kullanılıp atılmıyor.
Yine tanıdık bir şeyler yeme ihtiyacı hissettiğim bir akşam 8 km kadar yürüyüp internetten bulduğum Pizza Hut’a gittim. Sonunda tanıdık bir şeyler yiyecek olmak beni keyiflendirmişti. Ama menüdeki pizza çeşitleri pek tanıdık değildi; Vegi Deluxe, Vegi Supreme, Fruitty Pizza, Ananas paradise, vb arasından birini seçtim.
Gelelim Paan konusuna. Pakistan anılarımda yemek zorunda kaldığım paanı anlatırken biraz bahsetmiştim. Paan, bir ağacın yaprağı içine sarılmış bir sürü farklı ot, çöp, baharat, reçel meçelin bohça haline getirilmiş hali. Ağzında yok olana kadar çiğniyorsun. Amaç nefesi temizlemek, hazmı kolaylaştırmak diyorlar. Bazen de bu bohçanın içine tütün veya kafa yapıcı otlar da konuluyormuş.
Paan çiğnendiğinde, özellikle içinde tütün varsa ağzınızı kırmızı bir renge boyuyor. Ve tütünlü karışımı yutamadığınız için bir aşamadan sonra tükürmeniz gerekiyor. İşte bu noktada paan şehir hayatına damgasını vuruyor. Kaldırımlarda sürekli kırmızı lekeler görüyorsunuz. Anlıyorsunuz ki biri paan çiğneyip oraya tükürmüş. O kadar ki bazı kaldırımlar tamamen kıpkırmızı. Trafikte giderken önünüzdeki arabanın kapısı açılabiliyor ve bir kafa aşağı sarkıp kan kırmızı bir şey kusabiliyor. Anlıyorsunuz ki çiğnediği paanı boşaltıyor. Ya da alt geçide giren veya çıkan insanlar yandaki duvara tükürerek geçiyor. Bu duvara tükürerek geçenler yüzünden aşağıdaki fotoğraftaki gibi tükürükle kırmızıya boyanmış duvarlar oluşuyor ve bu duvarlar inanın her yerde. Ben özellikle seçip fotoğraflamadım. Bir akşam karanlığında bulabildiğim tek rikşanın (buralara özgü triportör kılıklı taksi) şoförü paan ile kafayı bulmak üzereydi. Ağzında paramparça yapraklar olan ve konuşmaya çalıştıkça çenesinden kırmızı sular akan bu amca ile yaptığım gideceğim yeri biliyor musun testini hiç unutmam.
Şehir
Şehirleri hakkında en kolay söylenebilecek sıfat bakımsız olacaktır. Çünkü bakıyorsun her şey yapılmış. Kaldırımlar güzel yapılmış. Yollar güzel yapılmış. Binalar ilk yapıldığında güzelmiş. Ama öyle bir hal var ki yapıldıktan sonra bir daha kimse elini sürmemiş sanki oralara. Her şey kırık dökük ve çok kirli görünüyor.
Pune’de ana caddeler dahil olmak üzere hemen hemen tüm kaldırımlar çiş kokuyordu. Birçok yerde de aynı gün yapılmış ıslak çişleri kaldırım üzerinde görebiliyorsun. Bu kadar çok insanın yol kenarında tuvalet ihtiyacını gidermesi beni şaşırttı.
Yine Pune’de ana caddelerde bile sokak aydınlatması yok. Bunun ne demek olduğunu ilk burada anladım. Yoğun araç trafiği olan bir caddede bile aydınlatma olmadan ortamın ne kadar karanlık olabileceğini inanın hayal edemiyoruz. Öyle ki farlar sadece gözünüzü alıyor ve elinizdeki haritayı bile ancak cep telefonun ışığı ile okuyabiliyorsunuz.
Gezilecek görülecek yerleri araştırırken tesadüfen fark ettim ki hep adresler MG Road üzerinde. Nedir bu MG Road derken öğrendim ki Mahatma Gandhi’nin kısaltmasıymış. Bizde nasıl her şehirde bir Atatürk Mahallesi, Atatürk Caddesi var, burada da her şehirde bir MG Road var. Hatta Güney Afrika’da Durban’da, Hintlilerin yoğun yaşadığı bir mahallede bile MG Road vardı.
Sokaklarda ara ara çöplükler var. Çöplüklerde genelde bir sürü yavru domuz bir şeyler yiyor veya etrafı dağıtıyor oluyor. Küçük domuzcukları ilk önce köpek yavrusu sandım. O kadar çoklar ve her yerdeler ki buranın baskın sokak hayvanları bu domuzcuklar diyebilirim.
Şehirde en çok dikkatimi çeken şeylerden biri de çamaşırlar. Her gün yaptığım yolculuğun en az 45 dakikası bir akarsuyla paraleldi. Ve bu yolculuk sırasında gördüğüm şey, her 100 metrede bir nehirde çamaşır yıkayan birileri, ve yine nehir etrafındaki tüm taşlarda, çalılarda kurutulan çamaşırlar. Her baktığınız yerde taşlara serilmiş çamaşırları görüyorsunuz. Şehir dev bir çamaşır kurutma sahası gibi.
Şehirde nereye gitsem, neye elimi atsam “Bir Tata girişimcilik firmasıdır / ürünüdür” logosu görüyorum. Alışveriş merkezinden, şişe suya kadar, Pizza Hut’tan, Adidas’a kadar her şey Tata’ya ait. Buraya gelmeden sadece Tata otomobilleri bilirdim. Meğer adamlar Hindistan’ı baştan aşağı sarmışlar. Tabi yollardaki arabaların da üçte ikisi Tata.
Başka dikkatimi çeken bir konuda berber sayısı. Her 5 dükkandan biri berber dükkanı. O kadar çoklar ki bir cadde üzerinde 20 tane berber dükkanı görebiliyorsunuz. Kırsal kesimde dahi yol kenarında teneke barakalarda berber dükkanları üçer beşer sıralanmış. Bu insanların saçlarına bu kadar düşkün olması ilginç.
Özellikle şehir merkezinin biraz dışına çıkınca dükkanlar hep teneke barakalara veya küçük konteynerlere dönüşüyor. Bizdeki büfe boyunda her çeşit müstakil dükkanı görebiliyorsunuz. Bunların yarısı zaten bakkal ve berber. Hadi bunlar o boyutlara sığan dükkan konseptleri. Ama 5 metre kareye sığmış züccaciye, hububatçı, mobilyacı bile görebiliyorsunuz.
Trafik
Soldan akan trafik tam bir keşmekeş. Şehrin ana merkezinde biraz daha düzenli. Şeritlere riayet ediliyor. Tabi şerit dediğim aynı yöndeki akan şeritler değil. Sadece kimse karşı yöne ait şeride girip orada gitmiyor. Trafik ışıkları var ve uyuluyor. Ama kırsala çıktığınızda yollar genelde tek şerit ve toprak patikadan biraz hallice.
Trafikte ilk dikkat çeken şey tüm araçların arka tamponunda “Blow Horn” yazması. Yani bir şey diyeceksen kornaya bas diyor. Beni geçeceksen korna çal, bana dur diyeceksen korna çal, önünü tıkıyorsam korna çal. “Sen çal ben nedenini anlarım” durumu var. Trafikte sürekli korna çalınıyor. Çünkü bu adamlar asla sinyal vermiyorlar. Aynalar zaten daha ilk günden sökülüyor veya sürekli kapalı. Çünkü trafikte herkes birbirine o kadar yakın gidiyor ki aynaların sağlam kalması mümkün değil.
Ülkede İngilizlerden kalma çok geniş bir demiryolu ağı var. Her sabah bir tren istasyonunun yanından geçiyorduk ve bir sabah trenin durakta durmasından birkaç dakika sonra oradan geçme şansımız oldu. Trenden inen binlerce kişinin bize doğru gelişini şaşırarak izledim. Maillerde dolaşan bir tren fotosu var ya hani 150 bin kişi bir trene binmiş. O gerçek sanırım.
Hep duyduğumuz “Hindistan’da yola bir inek oturdu mu kimse kaldırmaz, tüm trafik onu gerekirse saatlerce bekler” hikayeleri gerçekten hikayeymiş. Bir kere şehir merkezinde öyle başıboş gezen inek görmedim. Biraz dışarı çıkınca ise gerçekten kendi bağımsızlığını ilan etmiş koca koca sığırlar, öküzler mevcut. Bir keresinde yolun ortasından geçerken durdu bu arkadaşlar. Öndeki arabaların şoförleri bu arkadaşları bayağı bayağı yoldan kaldırıp kenara çektiler. Haa bunu tekmeleye tekmeleye, ite kaka yapmadılar da saygılı bir şekilde arkasına ufak şaplaklar atarak yaptılar, ama çektiler. Kutsal hayvandır, rahatsız etmeyelim, bekleyelim durumu olmadı. Büyük şehirlerde kalmamış o eski adetler.
Sudi Arabistan’da da dikkatimi çeken, arabaların çıkartmalarını, barkodlarını sökmeme adeti burada da var. Yeni arabaları taşıyan tırlarda görüyorsunuzdur belki, yeni arabaların ön camlarında kocaman barkod olur ya, hah onu sökmüyorlar işte. Öyle bir hafta bir ay değil, hep duruyor. Ben güneşten sapsarı olmuş çıkartmalara sahip bir sürü 15 yaşında araba gördüm.
Burada şehir içi ulaşımınızı Rikşa denilen triportörlerle veya siyah taksilerle yapabilirsiniz. Siyah taksiler daha çok Mumbai gibi büyük şehirlerde var. Pune’de hep rikşaları kullandım. Her ne kadar hepsinde taksimetre olsa da daha kullananını görmedim. Yapmanız gereken binerken şoför ile pazarlık yapmak. Her şey pazarlığa tabi ama pazarlığı çok uzatmadan kaç lira için uğraştığınızı düşünmenizde fayda var. Ben genelde gideceğim yere yürüyerek gidip gücüm bittiğinde bir araçla otele dönmeyi tercih ediyorum. İlk gün bu şekilde 15 km kadar yürüdüm. Dönüşte bir rikşa ya oteli tarif ettim. Ne kadara gidersin dedim. 50 rupi ye giderim abi dedi. Bugünkü değeri ile 1.8 liraya tekabül ediyor. Yani şimdi bunun neyinin pazarlığını yapacaksınız ki? Ertesi gün daha yakın bir mesafeden dönmek istediğimde şoför 100 rupi dediğinde kastım 40′a indirdim. Göz göre göre de kazıklanmayı kabul edemiyor insan.
Taksiciler bu tip pazarlıklarda biraz düzenbaz. Buna hazırlıklı olun. Bindiğim 10 taksinin 8′i yolun ortasında fiyatı değiştirmeye kalktı. Giderken birden orası çok uzakmış 50′ye olmaz 80 isterim diyor. Yapmanız gereken sertçe “Tamam dur o zaman inecem” demek. Bakıyor inmeye kararlısın “70 olsun be abi” diyor. Sen yine “Durrrr inecemmmm” diyince anlaştığın paraya gidiyorsun. Hadi bu da zararsız. Zararlı olan durum şu. Binmeden gideceğiniz yeri bilip bilmediğine emin olun. Hiçbir şoför sorduğunuz yeri bilmiyorum demiyor. Zorlamazsanız fiyat ta vermiyor. Genel yaklaşım “Abi sen hele bir bin, yola çıkalım sonra hallederiz” yaklaşımı. Birkaç kere şoförün evet orayı biliyorum derken ki donuk ifadesinden şüphelendim. Sınav yaptım. Ortaya çıktı ki nereden bahsettiğim hakkında en ufak fikri bile yok. Aman buna dikkat edin sonra başınız ağrır.
Rikşalar yanları açık, sevimli araçlar. Şehri keşfetmek için ideal bir araç. Bir kere havadar. Nefes alabiliyorsunuz. Ancak trafik sıkıştığında veya ışıklarda durduğunda dilenci ve çocukların açık hedefi haline geliyorsunuz. Çantanız, kameranız elinizde olsun. Sakın yanınızdaki koltuğa, ayaklarınızın yanına koymayın. Her ışıkta etrafım çocuklarla, dilencilerle doldu. Birçoğunun eli içeri uzanıyor. Kolunu bacağını tutuyor.
Hindistan – Pakistan İlişkileri
Pakistan anılarımda bu iki ülke arasındaki ilişkilere değinmiştim. Lahor’da izlediğim Hindistan-Pakistan sınır kapanış törenlerini anlatmıştım. Pakistan’da birçok arkadaşım bana Hindistan hakkında bir sürü politik nutuk çekmişti. Hepsi benim Pakistan’dan ayrıldıktan 3 ay sonra Hindistan’a gideceğimi biliyorlardı. Ve bana senin için çok zor olacak, Hindistan hiç güzel bir yer değil, orada neler göreceksin kimbilir, yazık sana gibi ön telkinlerde bulunmuşlardı. Tabi bu arada hiç birisi hayatında Hindistan’a da gitmemiş.
Benim Hindistan seyahatim gayet güzel giderken, bir iş toplantısının ortasında Pakistan’dan bir arkadaşım arayıp sorular sormaya başladı. “Orası nasıl? Pakistan mı güzel Hindistan mı? İnsanları kötü mü? Vs vs”. Lafı geveleyip telefonu kapattım.
Dikkatimi çeken esas konu, Pakistanlılar Hintlileri bu kadar takmış ve günlük sohbetlerinin büyük bir kısmını bu adamlara ayırmışken, Hintliler daha 3 ay önce gittiğim Pakistan hakkında tek bir soru sormadılar, yorum yapmadılar.
Mumbai
Mumbai’de sadece bir gün geçirdim ve hiçbir turistik mekana gitmedim. Mumbai’de yapmanız gereken 15 şey, görmeniz gereken 10 yer listeleri hala ellenmemiş duruyor. Sabah elimde kameramla çıkıp şehrin en dip, en sefil gece kondu mahallesine gittim. Tüm günüm orada geçti. Akşam kısa bir dinlenmeden sonra sahile inip Hint Okyanusu’nda güneşi batırdım. Bu güneşi ilk batırdığım okyanus oldu. 2 yıl sonra San Diego’dan Pasifik’te yok olan güneşi izledim. Ondan 10 ay sonra Cape Town’da da Atlantik’de batırdım.
Çok az yer görmem nedeni ile aşağıda anlatacaklarım Mumbai şehrinden çok benim zamanımı geçirdiğim bölgedeki yaşam hakkında olacak.
Gezdiğim yer, ziyaretimden sonra yayınlanan Slum Dog Millionare filminin seti ile hemen hemen aynı görünümde. Sokaklarda kanalizasyon açık olarak akıyor. Yani sokağın bir yanı kazılmış ve evlerden çıkan her türlü atık ve sular sokaklardan akarak en yakın dereye gidiyor. Evler genelde teneke barakalar gibi. Ama adamlar teneke barakalardan saraylar yapmışlar. 6 metre karelik teneke barakanın üstüne zamanla 2. katı çıkmış. Yetmemiş 3. katı çıkmış. Sonra da üstüne teras yapmış. Yan komşuları da aynı şeyi yapınca en üst kat dışındaki odalarda ne pencere kalmış ne ışıklık.
Sokaklarda yürürken en rahatsız eden şey etraftaki herkesin dönüp bana bakmasıydı. Öyle ki kalabalık bir sokakta yürürken aynı anda 30 kafanın beni takip ettiğini görüyordum. Ben dönüp onlara bakınca ve göz göze gelince kafalarını da çevirmiyorlar. Kalabalıkta dikkat çekmeyi de hiç sevmiyorum, ne fotoğraf çekebiliyorum ne ilgimi çeken bir şeyi durup izliyorum. Bir ara kendi kendime söz verdim. Türkiye’de bir Hintli görürsem karşısına geçip gözlerimi dikip izleyecem, ki ne demekmiş anlasınlar.
İnsanlar buldukları her yere ev yapmışlar. Bunu aşağıdaki fotoğraf üzerinde anlatayım.
Bu fotoğrafı bir üst geçitten çektim. Tam karşımızdaki kısım üst geçide çıkan merdivenin altı. Hemen o merdivenin altını değerlendirip yerleşmişler. Bir merdiven altına kaç hane yerleşebilir dersiniz? Sayalım. 1,2,3,4,5,6. Evet altı tane aile yaşıyor burada.
Bu üst geçit evler arasından akan kanalizasyonun birleştiği derenin üzerinden geçiyor.
Aynı bölgenin daha yakın bir fotoğrafına bakalım. Detaylar için fotoğrafa tıklayıp büyütmek isteyebilirsiniz.
Ortadaki çöplerin bulunduğu kısım kanalizasyon gölü. Ve o gölün üzerinde yüzen çöpleri görüyorsunuz.
Tam karşıda iki komşu kadın oturup göl manzarasında sohbet ediyorlar. Dikkatli olmaları lazım çünkü eğer evden çıkıp 3 adım atarlarsa kanalizasyon havuzunda bulabilirler kendilerini. Yanlarında da birinin çocuğu takılıyor.
Sol altta başka bir ev var ve evin çocuğu ve keçisi arka bahçelerinde oynuyor. Annesi çamaşır yıkamış ve asmış. Etrafta yemek yedikleri tabakları görebilirsiniz. Bir de lahana gözümüze çarpıyor. Sanırım akşam yemekte lahana var.
Sağ altta, kerestelerin üzerine bir branda çekilerek yapılmış evin çocuğunun kafası da görünüyor. O da gölün karşı tarafında oynuyor.
Kanalizasyonun kokusuna değinmiyorum. Bu resimdeki 5 kişi bu kokuya alışmış olmalılar ki hiç rahatsızlık duyuyor gibi değillerdi.
Şehrin Şarkısı
Garry Schyman – Praan
Gideceklere Tavsiyeler
Taksiye binmeden pazarlık edin. Bu yetmez şoförün gideceği yeri bilip bilmediğini sınayın.
Işıklarda durunca eşyalarınıza sahip olun.
Sokaktan taze sıkılmış meyve sularından için. Herkes sakın sokaktan bir şey yeme içme diyecek ama ben yaptım. Hoşuma gitti. Bir şey de olmadı.
Yolculuk öncesi kendinizi zihinsel olarak farklılığa hazırlayın. Farklı bir yere gittiğinizi, yemek ve hijyen standartlarının farklı olduğunu kendinize kabul ettirin. Biraz açık fikirli biraz maceracı olun. Her şeye “aaaa ne pis” dediğiniz sürece ortamdan zevk almanız imkansız.
Hindistan gezisinden diğer fotoğraflar için: https://picasaweb.google.com/105352833686318819568/Hindistan
Yorum Gönder Blogger Facebook
DİKKAT!
İfadeler şekiller, jpg, gif, png,bmp formatlarında resim, foto, video, müzik ekliyebilirsiniz.Resim eklemek için-- [img] resim linki [/img] // Müzik eklemek için :-- [nct]Müzik linki [/nct] Youtube Video ekleme:-- [youtube] Youtube Video Link [/youtube] Link kapanış kutucukların arasına boşluk bırakın
***KÜFÜR HAKARET İÇEREN YORUMLAR SİLİNECEKTİR***
Gülen ifade eklemek için işaretleri kullanın
:) (: :)) :(( =)) =D> :D :P :-O :-? :-SS :-t [-( @-) b-(