Gelelim bu ülkeyi neden bu kadar sevdiğime. Şahsi sebep kısmını geçelim ve objektif güzelliklere odaklanalım.
Ama gözüme takılanlara geçmeden önce bir iki ansiklopedik bilgiyi vermem lazım ki anlatacaklarıma temel olsun.
Konum
Ekvatorun hemen 50 km kadar kuzeyinde, doğudan batıya 40, kuzeyden güneye 23 km olan bu ada ülkesi Asya kıtasının en güney noktasıymış. Bu tip enlere takık biri olarak ilk ziyaretimde Singapur’un da en güneyindeki Sentosa adasının en güney noktasına gidip ayaklarımı denize sokup tüm Asya’nın en güneyinde ben varım demiştim. Hey gidi gençlik işte.Toplum
Toplumun %60’ı Çin, %30’u Hint geri kalanı da Malay kökenli. Ama genetik yapı olarak baktığınızda Çinliler de, Hintliler de kendi ülkesindeki insanlardan farklı fiziksel özellikler taşıyorlar. Özellikle Çin kökenli insanlar Çin’de yaşayan akrabalarından çok farklı. Hemen hepsi uzun boylu, yüz hatları farklı. Arada Çin’den gelen birini görünce hemen fark edebiliyorsunuz. İnsanlar konusunu aşağıda detaylı şekilde okuyacaksınız zaten.Hintliler Hindistan’daki Hintlilere göre, ııIIIıı nasıl desem, …. pek çirkince. Yani en azından benim güzellik anlayışıma göre öyleler. Hindistan’da yaşayanlar o kötü şartlara rağmen nispeten güzel insanlar. Buradakiler ise öyle değiller. Anladınız siz beni
Malaylar bildiğin Malay. Onlar değişmemiş.
Tarih
Bu adamlar 1965’e kadar Malezya’nın egemenliği altında yaşamışlar. O zamanlar buralar hep dutlukmuş, diyemesem de hep ormanmış hem de yağmur ormanı. Yaşayan az sayıdaki Singapurlu balıkçılık yapıyormuş. Malezyalılar da güneydeki bu küçücük adada yaşayan uzun boylu, soluk benizli ve sıska azınlığı hiç sevmiyormuş. Bu azınlıktan çıkan biri kendilerine karşı olan antipatiyi de kullanarak Malezya’dan ayrılıp bağımsızlıklarını ilan etme konusunda herkesi ikna etmiş. Malaylar da bu garibanlara küçücük bir adayı verip kurtulmak istemişler. İşte o zamandan bu zamana bir mucize gerçekleştiren Singapurlular kendilerinden 40,000 kat (sayıyı kafadan attım) daha büyük olan Malezya’dan daha zengin bir ülke haline gelmişler. Ayrıldığı dönemde kıyısında sadece tahta balıkçı kulübeleri ve balıkçı teknelerinin bağlı olduğu iskeleler olan şehir merkezinde şu an sadece devasa gökdelenler var.Doğal olarak Malezyalılar hala sevmiyor bu adamları. O açığı kapatmak için ben biraz daha fazla seviyorum ama.
İlk İzlenimler
İlk ziyaretimi 2008 Mayısında yapmıştım. O zamandan sonra 3 kere daha görme şansım oldu. An itibari ile de oradayım zaten. İlk gidişimde kültüre direkt yolda dalayım diye Singapur Havayolları’nı tercih etmiştim. Dünyadaki sayılı 5 yıldızlı havayollarından biriymiş. Hani kötü bir şeyini görmedim ama öyle acayip de bir farkı yok. Uçakta ilk dikkatimi çeken şey fazla sevimli ve güler yüzlü olan hostesler oldu. “Eee hostes zaten güler yüzlü olur, işi o” demeyin, bunlarınki doğal bir güler yüzlülük gibi. Neyse uyuduk uyandık kutsal topraklara indik. Bundan sonraki her adım gözüme takılanlar listesinde zaten.Adım 1) Tropik iklimden dolayı hava anormal nemli. %100 nem oranı yılın 12 ayı baki. Ülkenin ekvatorda olması da bu nemli ve sıcak havayı yılın 365 günü, günün 24 saati sabit tutuyor. Yani 12 Mart saat 13:25’de sıcaklık neyse, 25 Ağustos saat 21:36’da da aynı, 28 Aralık saat 03:05’de de aynı. Meteoroloji Singapur’da pek popüler bir bilim dalı olmasa gerek.
Hava o kadar nemli ki havaalanındaki tüm camlar dışarıdan terliyordu. 20 dakika sonra otelin önünde taksiden inip bavulumu bagaj odasına bırakıp dışarı çıktım. Sabah saat 7’ye geliyordu. Fotoğraf makinemi çıkardım. O ne? Lensim bir anda buğulandı. En az 10 dakika geçiremedim buğuyu. Sildiğin an geri geliyor. Bu lens olayı son ziyaretimde daha da büyük bir sorun oldu. Otel odasında bıraktığım fotoğraf makinem otellerin odalardaki klimaları kapatmaya izin vermemeleri nedeni ile o kadar soğuyordu ki, her dışarı çıktığım ilk yarım saat kullanamıyordum. Bu arada otelde yorganla yatıyorsunuz.
Adım 2) Türk filmlerinde köyden şehre gelen Kemal Sunal etrafına nasıl şaşkın şaşkın baktıysa, ya da hayatında ilk kez denizi gören bir çocuk bu kadar su nasıl bir arada duruyor diye düşünüyorsa, ben de etraftaki ağaçlara o kadar şaşkın baktım, nasıl bu kadar büyümüşler diye düşündüm. Başarılı bir şehircilikle yeşillendirilmiş bir yer gibi düşünmeyin burayı. Bir sürü çok güzel planlanmış, yeşillendirilmiş, muhteşem parklara sahip şehirler gördüm. Ama buradaki durum insanoğlunun yapabileceği bir yeşillik değil. Şehir yağmur ormanlarının ortasına kurulmuş. 10 katlı binaların bile üstüne çıkan çeşit çeşit ağaçlardan bahsediyorum. Ve bu ağaçlar öyle özel ağaçlar da değil, etraftaki sıradan ağaçlar. Tüm caddeler, yollar, binaların araları bu ağaçlarla dolu. Hele bizde mahalle aralarındaki boş arsalara benzeyen boşlukları göreceksiniz. Tamam, oradan 30 tane ağaç bulutlara kadar çıkmış ama altından, yanından, köşesinden de yeşillik fışkırıyor. İçine adım atamazsınız. Daha net olması için şöyle örnek vereyim. Singapur’da plajdaki kum dışında bir santimetrekare toprak görmedim. Toprağı ne renk bilmiyorum. Buradaki tüm binaları yık, 20 yıl sonra burası yine kendi kendine yağmur ormanlarına dönecekmiş gibi bir havası var.
Kaldı ki daha önce Doğu Karadeniz’i görünce “Buradan daha yeşil bir yer olamaz” diye düşünmüştüm. Açıkçası ne Artvin’in ormanlarının ne Çamlıhemşin’in yaylalarının buradaki yeşillikle boy ölçüşmesi mümkün değil.
Hiç kış olmadan tüm yıl sabit kalan sıcaklık ve her gün yağan yağmurla ben de ağaç olsam bu kadar büyürdüm herhalde. Ağaçların büyüklüğü dışında çeşitliliği de etkiliyor. Caddelerin kenarları tropik çiçeklerden oluşan çiçek bahçeleri şeklinde düzenlenmiş. En hareketli caddesi olan Orchard Road adından anlaşılacağı gibi Orkidelerle dolu. Temmuz ayında gittiğimde bir gece 15 dakika yağan yağmurdan sonra bu caddede yürürken etrafın nasıl orkide koktuğunu hatırlıyorum. Sırf o anı yaşamak için buraya tekrar gelinir diyebilirim.
Adım 3) Bu insanlar nece konuşuyor dediğimi hatırlıyorum. Tabi ilk ziyaretimde daha toydum. Yabancı insan kavramım Avrupalılarla sınırlıydı. Aksan çok farklı gelmişti. Kaldı ki 4-5 resmi dili olan bu ülkenin temel dili İngilizce. Ama Çince ile o kadar birleşmiş ve farklı kelimeler türetilmiş ki artık bu dile Slingish diyorlar. Kitapçılarda Slingishten İngilizceye sözlükler satılıyor. Ama bir iki gün sonra alışıyorsunuz.
Bu son gelişimde ya ben artık Çinlisiyle de, Hintlisiyle de, Afrikalısıyla da konuşa konuşa aksan olayını çözdüm ya da bu adamlar son 4 yılda süper İngilizce konuşur hale geldi. Çünkü bu sefer konuşmalarını değil anlamamak, aksan farklılığını dahi algılamaz oldum. Geçen hafta verdiğim eğitimler sırasında Slingish kelimeler bile kullandım, o derece yani.
İnsanlar
Yukarıda biraz bahsettim. 3 ana etnik topluluk var. Bunun dışında pek de azımsanmayacak kadar ekspat yaşıyor burada. Yerliler olarak adlandıracağınız Çinliler ve Hintliler çok bariz olarak anavatanlarında yaşayan insanlardan farklı fiziksel özelliklere sahip. Özellikle Çin kökenliler. Gerçi Çinli dediğinizde tek bir genetik soydan bahsetmek zor. Burada Çinli, Japon, Koreli ayrımından bahsetmiyorum. Biraz içlerine girince görüyorsunuz ki bir İsveçli bir İspanyol’a ne kadar benziyorsa bir Çinli bir Japon’a o kadar benziyor. Çin seyahatim sırasında “Çinlileri” de 5 ana kategoriye ayırmıştım. Bunu detaylı olarak Çin yazısında anlatacağım. Singapurlular benim sınıflandırma sistemimde D sınıfından türemişler gibi. Sadece gözler daha iri, boylar çok çok daha uzun. Bir de düzgün beslenmeden kaynaklı fiziksel bir güzellik var. Bu düzgün beslenme gerçekten görüntüyü çok etkiliyor. Çin’de yaşan insanların bence en büyük sorunu kalsiyum eksikliği. Ülkede süt ve süt ürünleri tüketimi sıfıra yakın. Bundan olacak ki etrafta gördüğünüz herkesin dişleri tırnakları berbat durumda. Çin yemekleri sağlıklı falan diyoruz ama o adamların ciddi anlamda beslenme sorunları var. Pekin’de bir restoranda ailesiyle yemek yiyen ve aksanından Amerika’da yaşadığını tahmin ettiğim bir Çinli kızı gördüğümü hatırlıyorum. Yüz hatları akrabaları ile aynı şablondan çıkmış ama cildi, saçları, dişleri, elleri o kadar farklıydı ki, bakım ve yaşam şartlarının insanların görünümü üzerinde bu kadar etkili olabileceğini ancak bu şekilde gözünüzle görünce anlıyorsunuz. Singapurlular da “güzel Çinli” kategorisinde değerlendirilebilecek arkadaşlar.Hindistan yazımda da bahsettiğim gibi Hintliler de tek genden gelmiyor diye düşünmüştüm. Ama buradaki Hintliler tek tip. Bombay’da, Pune’de gördüğüm farklı alt etnik kökenler yok.
Genel olarak bakınca en takdir ettiğim şey ise ne Çinliler ne Hintliler kendilerini Çinli, Hintli olarak görmüyorlar. Hepsi ben Singapurluyum diyor. Bu konuda iki gruptan da insanların biraz üstüne gittim ama kesinlikle aksini söyletemedim. Öyle laf olsun diye ben Singapurluyum deme durumu değil. Olayı Çin’le Singapur savaşsa hangisini tutarsına kadar götürdüm. Hep Singapur kazandı.
Ama bu durum bir asimilasyon sonucu da değil. Çünkü herkes kendi kültürünü yaşamaya devam ediyor. Hintliler Hint kıyafetleri ile geziyorlar, Hint yemekleri yiyorlar, Hindu tapınaklarında ibadet ediyorlar, Hindi dilini konuşuyorlar. Çinliler nispeten batılı kıyafetlerle geziyorlar (Çin’de bile geleneksel Çin kıyafeti giyen pek yoktu), Çin yemekleri yiyorlar, Budist tapınaklarında ibadet ediyorlar, Mandarin Çincesi konuşuyorlar. Hiç biri kendi yaşam tarzını değiştirmemiş, ortak bir paydada buluşmamış. Ama birlikte yaşamayı öğrenmişler. Birbirlerine saygı duyuyorlar. Ve bana söylenen odur ki, aralarında en ufak bir sorun yokmuş.
Ülkede hemen her tabela 3 farklı dilde yazılıyor. En bariz örneği metrolar. Her yazıyı alt alta İngilizce, Hintçe ve Çince olarak yazmışlar.
Ama bazı kültürel değişimler de olmuş tabi. Mesela Hintliler kendi özgün mutfaklarını yaşatıyorlar ama Hindistan’da yaşayan akrabaları gibi yemeği elle yemiyorlar. Çinliler de öyle böcektir, kedidir, köpektir yemeyi bırakmışlar. Hükümet ülkedeki gıda standartlarını katı bir şekilde belirlemiş. Çin’de yenilen birçok şeyin burada yenmesi yasal değil.
Sonuçta iki toplum da “bana göre” törpülenmesi gereken kötü adetlerini törpülemişler. Aklın yolu bir diyor insan
Din açısından da ağırlık Budistlerde, sonra Hindular geliyor. %20 kadar da Müslüman var. İlginç olan şey Müslümanlar en küçük azınlık olsa da ülkenin ilk başkanının Müslüman olmasından kaynaklı olsa gerek, ülkede bazı şeriat kanunları geçerli. Belirli suçlara kırbaç cezası falan var.
Hintlilerin hepsi Hindu ama Çinlilerin hepsi Budist değil. Azımsanmayacak kadar Hristiyan Çinli var. Bir Çinlinin Hristiyan mı Budist mi olduğunu adından anlayabilirsiniz. Soy isimleri hepsinde Çin kökenli ama Hristiyan olanlar bir Hristiyan adı alıyor.
Toplumdaki karşılıklı saygıdan bahsetmiştim. Bunu her yerde görüyorsunuz. Resmi dairede çalışan bir Hintli sarığı veya yerel kıyafeti ile işe gelebiliyor. Şirketler yemek çıkartırken her kesim için ayrı yemek çıkartıyorlar. Mesela benim çalıştığım fabrika aynı yemekhanede 4 farklı yemek çıkartıyordu. Tabi bu kulağa hoş gelse de burnunuza hiç hoş gelmiyor. Çinliler için Çin yemeği, Hintliler için Hint yemeği, Müslümanlar için helal yemek ve bunları yiyemeyen zavallı batılılar için batı yemeği. Aynı yemekhanede pişen ve birbirine karışan bu yemeklerin kokusunu şişeletebilirsem diyet/zayıflama haplarını bir anda piyasadan silecek bir formüle sahip olup tez zamanda köşeyi dönebilirim.
Bu durum resmi tatiller açısından da güzel bir durum oluşturuyor. Adamlar hem Noeli, hem Ramazanı, hem Çin yılbaşını, hem de Holiyi kutluyor.
Çinliler ve Hintliler demişken bir de Hindiçin’liler var. Etrafta Hintli gibi esmerce ama çekik gözlü insanlar gözünüze çarpıyor arada. Ben en çok bunları sevmiştim. Acayip sevimli olmuşlar Bence Çinlilerle Hintliler birbirine karışmalı.
Malaylara gelince. Onlar pek bir gariban görünüyor. Çok da değiller zaten. Bir kere hemen hepsi Müslüman. Fiziksel olarak da çekik göz, esmer ten, kısa boy ve top gibi yuvarlak kafa gördünüz mü işte o Malezya kökenlidir.
Bunca farklı etnik köken içinde bizler Avrupalı sınıfına giriyoruz ve Avrupa tipliler genel olarak Ngee diye adlandırılıyor. Ngee’ler burada makbul tipler. Kızlar, erkekler Ngee görünümlü insanları çekici buluyor, beğeniyor.
Dikkatimi çeken küçük detaylara gelince; bir sürü Çin kökenli insanın serçe parmaklarının tırnaklarını uzattıklarını gördüm. Sadece 3-4 kişi değil, basbayağı böyle bir adet var. Uzatılan tırnaklar da en az 3-4 santim uzunlukta yani kazma gibi benzetmesini hak edecek kadar uzun. Neden yapılıyor, bir anlamı mı var bilmiyorum.
Kadınların kendine has bir yürüme şekli var. Her daim sıcak olan hava nedeni ile kıyafetler ya şort ya da mini etek. Altına da istisnalar dışında herkes terlik giyiyor. Bu insanlar terlikle yürüye yürüye bir tarz geliştirmişler. Terlikleri bir süre sürüklüyorlar sonra kısa bir adım atıyorlar. Ben bu yürüyüşe Drag & Drop yürüyüşü demiştim.
Erkekler ise en resmi takım elbiselerin altına bile parmak arası terlik giyebilecek kadar rahatlar.
Singapur’a ilk ziyaretim benim Avrupa dışına yaptığım ilk yolculuktu ve ilk kez bize bu kadar uzak tipleri yoğun şekilde görüyordum. Sonuçta Avrupalı dediğin insan bizden çok uzakta tipler değil. Ama Hintliler, Çinliler ancak turist olarak görebildiğimiz arkadaşlar. İlk seyahatimde bir akşam ıssız sayılabilecek bir caddede yürürken kenarda oturan 3-4 kötü giyimli, sakallı Hintlinin geçerken bana ters ters baktıklarını hissettim. Dönüp bakınca “At hırsızlığı” meslek yüksekokulundan mezun olmuş gibi görünen bu arkadaşların kafasından ne geçirdiğini anlayamamıştım.
İlk defa o zaman düşünmüştüm, Türkiye’de “temiz insan yüzü”, “kötü insan yüzü” gibi genellemeler var. Hani bir fotoğraf düşünün 100 kişiye gösterseniz 100’ü de “Hmmm bu adam pek tekin birine benzemiyor” der. İşte bu Hintli arkadaşlar o sınıftandı ama kültürler arasında o kadar fark var ki bizim kötü adam tipimiz bu kültürde tam tersi “temiz, saf, nur yüzlü insan” tipi olabilir. Hadi kötü adam tipinin iyi çıkması sorun değil ama bir adamı iyi sanıp, güvenip sonra kötü çıkması sorun olabilir. O zaman bu konunun üzerinde kavramsal olarak çokça düşündüğümü hatırlıyorum. Hatta bunun uzaylı versiyonu var ki o başka bir blog konusu olur.
Gezdiğim ülkelerde fırsat bulursam ya sabah çok erken ya da gece çok geç saatte boş sokakların, caddelerin fotoğrafını çekmek için dışarı çıkmaya çalışırım. Singapur’da zaten saat farkından az uyuduğum ve sabahları uykulu olduğum için bir gece sabaha karşı 3 gibi dışarı çıktım. Etrafı geziyorum. Tabi tam olarak beklediğimi bulamadım. Çünkü bu ülkede hemen her yer 24 saat açık. Alışveriş merkezleri hiç kapanmamakla övünüyor. Restoranlar da aynı şekilde 24 saat hizmet veriyor. Bu nedenle tam beklediğim boş sokakları bulamadım. Ama neyse, bulduğumla yetiniyorum, gündüz saatlerinde en kalabalık yerlerden biri olan River Side tarafındayım. Bu bölge deniz mahsulü yapan restoranların yoğun olduğu bir yer. Etrafta da onlarca gökdelen ve plaza mevcut. Benim dışımda sokakta gezinen tek tük insan var. Restoranlar, barlar boşa yakın. Nehir kıyısına indim birkaç poz çektim. En çok 5 dakika sonra tekrar restoranların yanına bir geldim ki hepsi tıklım tıkış dolu. O kadar garip geldi ki insan bir anda durup “Noluyor yaa” diyor. Kamera şakası gibi bir durum. Bomboş duran onlarca restoran ben arkamı döndüğüm anda birden tamamen dolmuş. Dayanamadım, gittim bir restorana girdim, garsona sordum. “Noluyor burada kuzum? Kim bu insanlar? Nereden çıktılar?” dedim. Garson da “Abi bunlar Amerika saati ile çalışan insanlar, öğle molaları başladı” dedi.
Güney Afrika yazımda da bahsetmiştim. Doğu kültüründe saygı konusu bize göre çok daha farklı algılanıyor ve değişik şekillerde vücut buluyor. İlk ziyaretim öncesi okumuştum, doğulular ama özellikle Japonlar, bizim için normal olan bazı davranışları saygısızlık olarak algılayabiliyorlar. Hatta hakarete kadar bile giden davranışlarımız var bu çekik gözlüler için. Okuduğum yazı diyordu ki üzerinde isim yazan kartlar sahibini temsil eder ve sahibinin gördüğü saygıyı görmelidir. Bir iş toplantısında kartvizit değiş tokuşu sırasında asla ama alsa tek elle kart alıp vermeyin. Hele hele işaret ve orta parmaklarınızın arasına kartı sıkıştırıp uzatacağınıza, adamın suratına tükürün daha iyi. Doğru hareket; iki elinizle kartın iki köşesini tutun, başparmaklarınız yukarıda olsun, yavaşça karşınızdakine uzatın, o da aynı şekilde iki eliyle kartı alacak. Size verilen kartı alıp öyle okumadan çantanıza falan atmayın, cüzdanınıza koymayın, hele hele cebinize asla koymayın. Aldığınızda iki elle tutarken önce kısa olmayan bir süre karta bakıp okuyun. Daha sonra yavaşça masada önünüze yerleştirin. Toplantı sonrasına saygı ile çantanıza koyun. Bu kartların üzerinde adamın soyadı yazıyor. Yani bir nevi tüm ailesinin, atalarının şanı şerefi o kartta. En yapılmayacak şey de kartın üzerine bir şey yazmak. Neyse ben de bunları okudum. Olaya hazır bir şekilde geldim. İş toplantılarında işi kolayca kıvırdım. Kimse suratıma yumruk falan atmadı. O kartvizitlere saygı ve hayranlıkla saniyelerce baktım. Yumuşakça masada önüme yerleştirdim. Ama olay kartvizitlerle bitmiyor. Kredi kartlarında da adınız yazıyor ve bu kadar abartılı olmasa bile kredi kartını da saygı gösteriliyor. İlk günler kasada kartımı uzatırken karşımdaki gülümseyen insan iki eli ile kartı tutunca hemen kendimi toparlamaya başladım. Bu saygının da dereceleri var. En saygılı tutuş iki el iki köşe durumu. Bunun bir kademe altı, sağ el ile (ama mutlaka sağ, asla sol değil) kartı alıp verirken sol elle sağ elin bileğini tutmak. Kasiyerler genelde böyle yapıyorlar. Eğer karşınızda iyice örf, anane, töreden uzak, saygı nedir bilemeyen bir kasiyer varsa, size kartı sağ eli ile verirken sol elini sağ dirseğine değdiriyor ve öyle veriyor.
Özellikle iş ortamındaki kart değiş tokuş seremonisi o kadar içime işledi ki artık nereye gidersem gideyim iki elle kart alır verir oldum.
2008′de gittiğimde hareketsiz duran insanların yarısından fazlasının ellerinde PSP tarzı cihazlarla oyun oynadığını görüyordum. Metroda, cafede, parklarda gençler, özellikle genç kızlar ciyuv ciyuv bir şeyler oynuyor. Kafayı uzatıp baktığımda ekranlarda böyle fosforlu yeşil, cart kırmızı ve parlak beyaz renklerin hakim olduğu kedili medili Japon tarzı oyunlar vardı hep. Özellikle Çinliler bu tarz oyunlardan hoşlanıyor gibi.
2012′deki ziyaretimde ise oyun modası bitmiş, herkes elinde çeşitli boyutlarda tablet veya geniş ekranlı telefonlarını almış, çizgi film izlemeye başlamış. Metrodaki bir vagonda aynı anda 20 kişinin tek elle direğe tutunup diğer elindeki telefondan çizgi film izlediğini görebiliyorsunuz. Çizgi filmlerde yine Japon çizgi filmleri.
Kültüre saygının bir göstergesi olarak helal yemek olayı burada çok ciddiye alınıyor. İçerik olarak hem Çin hem Hint yemeği biçiminde olabiliyor. Ama bir yemeğin helal yemek olması için sadece yapılış tarzı ve malzemelerinin özel olması yetmiyor. Kullanılan kap kacak da özel olmak zorunda. Sadece domuz eti kullanmadım helal yemek oldu demiyorlar. Piştiği tencereden, sebzelerin kesildiği tahtaya kadar her şey ayrı tutuluyor. Yemekhanede helal yemek alacaksan yeşil tepsi, yeşil saplı çatal bıçak ya da yeşil chop stick almak zorundasınız. Tüm alışveriş merkezlerinin yemek bölümünde bir bölge helal yemek için ayrılmış. Yine oradaki tepsiler, chop stickler ayrı.
Yemek
Madem insanlar bölümünde değindik yemek konusunu biraz daha detaylandıralım. Ülkede tek bir mutfaktan bahsetmek imkansız. Yerel halk genelde Çin veya Hint yemekleri yese de Asya mutfakları başta olmak üzere her türlü yemeği sunan restoranlar var. Malay, Vietnam, Tayland, Kamboçya restoranları çok yaygın. Tabi Türk, İtalyan, Meksika restoranlarını da görebiliyorsunuz. Tüm dünyada olduğu gibi burada da Türk yemeği demek döner demek.Singapur’a ilk iki ziyaretimde henüz Çin’e gitmemiştim ve gerçek Çin yemeği nedir bilmiyordum. Ama Türkiye’de severek yediğim için burada da seveceğimi düşünmüştüm. Çok beklediğim gibi olmadı. Lezzetleri o kadar da güzel değil. Çin’deki kadar zor yenen şeyler değil, kolayca yiyorsunuz ama yerken çok keyif aldığım bir yerel yemek hatırlamıyorum. Hint yemekleri hakkındaki görüşümü Hindistan yazımda anlatmıştım zaten. Çok lezzetli olmasa bile bu bölgenin tüm mutfaklarını denemeye çalıştım.
Buradaki en büyük sorun yemeği seçmek. Çok seçenek istiyorsanız doğru adres alışveriş merkezlerindeki yemek bölümleri olmalı. “Food Court” dediğimiz yemek bölümlerinin Singapur’daki adı “Food Republic”. 50 farklı mutfağı bir arada bulabiliyorsunuz ve bizdeki gibi fast food restoranları yerine hep yerel yemekler sunan küçük standlar var. Ama işte zor olan şey yemeği seçmek. Bir kere yemeğin adı size bir şey ifade etmiyor. İçinde ne var bilmiyorsunuz. Bu adamlar da bunu fark etmişler ki yemek satan her yer bir duvarını veya tezgahın üstünü yemeklerin fotoğrafları ile kaplamış. Seçiminizi “işte şu” diye gösterebiliyorsunuz. Güzel bir uygulama gibi duruyor ama işte kültürel farklılık yine burada ortaya çıkıyor. Kendilerine göre en iştah açıcı, en güzel görünümlü fotoğraflarını koydukları o yemekler o kadar kötü görünüyor ki, tadından bağımsız olarak görüntü sizi itiyor.
Bu adamların iştah açıcı yemek fotoğrafı kompozisyonları şöyle; biraz karışıkça ama çok da kötü görünmeyen bir tabak hazırlamışlar, fotoğrafını çekmişler ama sonra photoshopta öyle kımıl kımıl hale getirmişler, garip renklerle süslemişler, etrafına çerçeve yapıp bir arka fon vermişler, üstüne de yeşil beyaz Çince bir şeyler yazmışlar ki yemek boyut değiştirmiş, bildiğin Marslı yemeği olmuş. Fotoğrafa bakınca “Ejder mi yiyoruz yahu” oluyorsunuz. Özellikle deniz ürünleri satan yerler öyle resimler asmış ki, bakınca aç insanın bile iştahı kapanıyor.
Alışveriş merkezlerindeki yemek düzeni biraz farklı. Herhangi bir restorandan tepsi ile yemeğinizi alıp ortadaki masalarda yiyorsunuz. Ama masalarda ne tuz var, ne peçete. Tuz olayı hadi neyse, bu adamlar tuz kullanmıyor. Peçete isterseniz 3 tanesi 1 dolardan satıyorlar. Ve ben peçete satın alan birini görmedim. Adamlar pintilikten yemek sonrası yalanarak temizleniyor sanki. Burayı görünce bizim ne kadar peçete bağımlısı hale geldiğimizi anladım. Ne yersem yiyeyim 2-3 peçete kullanmadan kalkamıyormuşum meğer. Yemeğinizi aldığınız yerde içecek de satılmıyor. Bu yemek katlarında sadece içecek satan bir iki yer var. Oraya gidip ayrıca içeceğinizi alıyorsunuz. Kola falan var ama yerel halk pek itibar etmiyor. Diyet kola ise birçok yerde hiç yok. Ne içiyorlar diye baktım, soya sütünden yapılma bir şey var, o popüler. Soğuk buzlu çaylar var çeşit çeşit. Buzlu çay güzeldir diye aldım bir iki kere. Bizdeki ile alakası yok. Çok garip geldi ve genelde sonuna doğru midemi kaldırdı. Buna rağmen ısrarla içemeye devam ediyorum. Dün soya fasulyeli krisantem çiçeği çayı içtim. Bööö, daha da içmem.
Son gidişimde yemeklerin yanında sıcak su ikram edildi. Bardağına kaynar su koyuyorlar. İçine neskafesi katılmamış kahve veya demi koyulmamış çay gibi düşünebilirsiniz. Çinli ev sahibim yemekle birlikte sıcak su içmem için ısrar etti. Çok sıcak olduğu için yine çay gibi yudum yudum içiyorsunuz. Daha önce hiç içmediğim için kaynar suyun tadının soğuk sudan farklı olduğunu burada öğrendim. Siz de bir kere deneyin farklı olduğunu göreceksiniz. Sözde sindirimime yardım edecekmiş. 10 gün her öğlen yemekle birlikte sıcak su içtim. 10 gün sonra ne mi oldu? Hiç bir şey. Sindirimim aynı sindirim, en ufak bir farklılık hissetmedim.
Buranın en ünlü yemeği Chili Crab denilen bir yengeç yemeği. 20-25 santimetre bazen daha da büyük bir yengeci bütün halde sos içinde pişirip tabakta önünüze koyuyorlar. Bu ünlü yemek yüzünden dükkanların önündeki akvaryumlarda kıskaçları bağlı onlarca canlı dev yengeç etrafı seyrediyor. Yengeçlerle aramda çocukluğumuzdan kalan bir centilmenlik anlaşması olduğu için birbirimizi yemiyoruz. O nedenle burada da yemedim. Ama fabrikada bir öğlen salatamda bacakları olan bir şey görünce baktım, küçük bir yengeci bütün halde tempuraya batırıp kızartmışlar. Meğer yumuşak kabuklu yengeç denilen bir türmüş. Arkadaşı tabağımdan tepsime transfer edince karşımdaki aç Çinli chop stickleri ile alıp bütün halde ağzına attı. Kabuğuyla falan kıtır kıtır çiğneyerek yedi.
Ama bazı tatlar var ki, yurtdışı top 10 tat listeme girebilir. Cream Puff denilen bir tatlı var, bizdeki profiterol topu gibi düşünün ama bunun iri bir mandalina boyunda olanı. Sıcak sıcak yapıyorlar. İçine özel bir krema sıkıyorlar. Kendime günde sadece bir tane yiyeceksin diye kural koydum. Şimdiye kadar da uydum ama dün kurul kararı ile günlük kotamı ikiye çıkarmış bulunuyorum. O kadar güzel ki, bir kutunun içine 2 taneyi elime veriyor satıcı. Bir yerden kahve alıp birlikte yiyecem diyorum kendi kendime ama abartmadan söylüyorum daha 15 adım atmadan ikisi de mideme inmiş oluyor. Fena bağımlılık yaptı. Bir de lime juice çok güzel. Bunaltıcı havada taze yapılmış lime suyu pek hoş oluyor.
Yemek konusundaki son başlıkta Durian olmalı. Durian uzak doğuda meyvelerin kralı olarak bilinen ilginç bir meyve. Bir kere dünyanın en kötü kokan yiyeceği ünvanı açık ara bu meyvede. Wikipedia bu meyvenin kokusunu ıslak çorap, bozuk yumurta ve domuz pisliği kokularının karışımından bile kötü olarak tanımlamış. Görüntüsünü ise orta boy bir karpuzun dikenlisi gibi hayal edebilirsiniz. Bu meyve Çin kültüründe o kadar önemli ki Singapur’daki ünlü opera binası Esplanade’in tasarımı bu meyveden esinlenilmiş. Koku olayı o kadar büyük sorun ki yanınızda durian varsa kamu binalarına giremiyorsunuz, metroya otobüse binemiyorsunuz. Her metro istasyonunda sigara içilmez ve durianla binilmez tabelaları var. Meyvenin ilginçliği sadece görünüşü ve kokusuyla da bitmiyor. Durian yediğinizde vücut ısınız 1 ile 2 derece arasında artıyor. Meyve insanda bariz hararet yapıyor. Bu ısınma ile garip bir enerji geliyor. Tadı baharatlı ve tatlı karışımı gibi bir şey. Kokusuna rağmen yiyebiliyorsunuz. Zaten esas kokan kısmı o kalın dikenli kabuğu. Kabuğu kırınca içinden soyulmuş közlenmiş patlıcanın biraz daha sarımsı haline benzeyen bir şey çıkıyor. Zaten bu içinden çıkan etli kısmı strafor tabaklara koyup onu da strech filmle kaplayıp satıyorlar. Yani açıkta satılan bir meyve değil. Buna rağmen bir manavın sokağına girince durian kokusunu alıyorsunuz.
Bir gidişimde Türkiye’ye bir parça durian getirmek istedim. Uçağa binmeden 3-4 saat önce bir marketten vakumlu bir tabakta 300 gram kadar durian aldım. Kalın poşetin üstünden şöyle bir kokladım, hafif bir durian kokusu var. Herhalde ambalajın dışına bulaşmış olmalı yoksa vakumdan koku çıkıyor olamaz diye düşündüm. Bavuluma attım. Uçağıma bindim. Vatan toprağına ayakbastım. Havaalanının bagaj alımında bavulumu bekliyorum. O dönemdeki bavulumu nereden aldıysam artık Türk vatandaşlarının %40’ında aynı bavuldan var. Sürekli benzer bavullardan geliyor, her birini şöyle bir tutup benim mi diye bakıyorum sonra tekrar bırakıyorum. Derken benimkine benzeyen bir bavul konveyor üzerinde köşeyi döndü. Bana gelmesine 5-6 metre daha var. Ama o bavula benim mi değil mi diye bakmama gerek kalmadı. Köşeyi döndüğü anda kokuyu aldım. O kokuyu alır almaz kendi kendime “Olamazzzz” dediğimi hatırlıyorum. Yaklaştıkça koku arttı. Bavulun bana doğru gelmesini daha fazla bekleyemedim ben ona doğru gidip hızlıca kaptım ve oradan uzaklaştım. En uzak köşeye gittim. Bavuldan nasıl bir koku taşıyor bilemezsiniz. Wikipedia kokuyu güzel tarif etmiş ama 16 saat beklemiş durianın kokusunu ben onlardan daha güzel tarif edebilirim. Derken bir deli cesareti geldi, bavulu açtım. Resmen bavul bana doğru “pöf”ledi. Ek poşete sardığım vakumlu durianı oradaki çöp tenekesine attım. Polis falan gelmeden hızlıca oradan uzaklaştım. O arada bavulun içindeki tüm kıyafetleri yakmayı düşündüğümü hatırlıyorum, çünkü o kokunun yıkayarak falan çıkması imkansız gibi gelmişti. Bir an önce havaalanından çıkmam gerekirken saflık işte, duty free’ye girdim bir iki şey aldım. Bavul hala yanımda. Kasada 5-6 kişilik bir kuyruk var. Kuyruğun sonuna geçtim. Geçtiğim an, daha 3 saniye bile geçmeden, sıranın en önündeki kadın kasiyere “Ayyy fena bir şey koktu” dedi. Oradan da hemen uzaklaştım. Benden sonra havaalanında neler oldu bilmiyorum. Yüce Gerçek Tarikatı, Tokyo Metrosu’ndan sonra Türkiye’de havaalanına sarin gazı ile saldırdı diye düşünüp dış hatlar terminalini kapattılar mı, yoksa artık burası bir daha kullanılmaz yakalım bu binayı mı dediler hiç fikrim yok.
Singapur yemek adına benim için de bazı ilkler barındırıyor. İlk vatoz balığımı, kangurumu burada yedim.
Temizlik ve Yasaklar
Singapur hiç tartışmasız dünyanın en temiz ülkesi. Bu sadece benim değil, okuduğum tüm yazıların ve giden herkesin ortak çıkarımı. Bu temizliği ikiye ayırmak lazım; insandan dolayı kirlenmeme, doğal kirlenmeme.Ülke kirlenmesin diye devlet ciddi ciddi uğraşıyor. Hani utanmasalar pasaport kontrolünü geçerken ayakkabılarınızı çıkarın öyle girin içeri diyecekler. Yakında bunu da yaparlarsa hiç şaşırmam. Konuyu dağıtmak istemiyorum ama pasaport kontrolü süreci hakkında bir iki sözüm olacak. Bu adamlar o kadar sevimliler ki Türklere vize uygulamıyorlar, elinizi kolunuzu sallaya sallaya giriyorsunuz. Pasaport görevlileri pek bir kibar, pasaportunuza mührü bastıktan sonra size şeker ikram ediyorlar.
Ülkede her şey yasak. Bu yasaklar o kadar abarmış ki ülke yasaklar ülkesine dönmüş ve bu slogan haline gelmiş. Hediyelik eşyalarda, buzdolabı magnetlerinde, tshirtlerde “Singapur yasaklar(güzellikler) şehridir/Singapore is a FINE city” sloganını görüyorsunuz. Madem bir üst paragrafta bu başlığı biraz esnettik, bu paragrafta da şu ülke mi şehir mi sorunsalına değineyim. Tek şehirlik ülkelerde bu hep oluyor. Konuşurken kimisi ülke kimisi şehir diyor. Ülkenin bu tarafı/şehrin o tarafı, pahalı ülke/pahalı şehir, vb adlandırmaların neye göre kullanıldığını anlayamıyorum. Karar verin ülke mi şehir mi burası diyesim geliyor hep.
Konuya döndüm, yasaklar şunlar;
- Kuşlara yem vermek yasak. Cezası 1000 dolar. Çünkü yere attığın yem yenmezse yerde kalır ve pislik olur.
- Yere tükürmek yasak. Cezası 1000 dolar. Bu maddenin çünküsü yok ama kültürel faktörü var. Yine Çin’e gidene kadar bu tükürük mevzusunu anlamamıştım. Bu Çinliler lama gibi tükürüyorlar. Görmeden inanamazsınız. Bir Çinli, nerede olduğuna bakmadan, cinsiyetten bağımsız bir oranda, ortalama 3 dakikada bir yere tükürüyor. Pekin’de son derece lüks bir alışveriş merkezinde bir köşede durup 10 dakika etrafı izlemiştim. Bu kısa süre zarfında en az 15 tane iyi giyimli, makyajlı, bakımlı kadının, alışveriş merkezinin mermer zeminine “haaakk tüüüüü” diye tükürdüğünü gördüm. Bu insanlar için tükürmek iğrenç, ayıp bir olay olmayabilir, kültürel farklılığı anlayabilirim. Misal Almanlar için de osurmak ayıp değil. Bazı ülkelerde de geğirmek yemeği beğenmenin ifadesi ve yine iğrenç, ayıp kategorisindeki davranışlardan değil. Ama bu insanlar neden sürekli tükürme ihtiyacı duyuyorlar onu anlamıyorum. Beni zorlasan 5 dakikada bir 3 kere tükürsem 4 tükürük çıkmaz. Ya Çinlilerin tükürük salgı bezleri portakal kadar ya da börtü böcek ağızda kötü bir tat bırakıyor ve ondan kurtulmak için tükürüyorlar. Çin’de bu tükürük fenomenine şahit olunca Singapur’daki yere tükürme cezasını anımsadım. Singapur’un %60’ının Çinli olduğunu düşününce yerinde bir yasak.
- Yere çöp atmak yasak. Cezası 1000 dolar. Ehh yaniii.
- Sokakta sigara içmek yasak. Cezası 500 dolar. Çünkü külü düşer, izmariti atılır neme lazım, yasak işte. Zaten kapalı yerlerde de yasak. Git evinde iç sigaranı.
- Durian’la metroya girmek yasak. Cezası 500 dolar. Çünküsünü yukarıda anlattım.
- Ve geldik en bomba ve en ünlü yasağa. Sakız yasak. Ama belirli bir bölgede değil. Ülkede sakız satılması, ülkeye sokulması, ticareti, çiğnenmesi yasak. Cezası nedir bilmiyorum çünkü sakız satılmıyor. Ticaretini yapmak bildiğiniz kaçakçılık muamelesi görüyor. Çünkü kısmı biraz muamma. Bir kere çiğner yere atarsın kaldırım kirlenir, bu ilk akla gelen. Bir de şöyle bir hikaye anlatılıyor. Singapur metrosunda tren ile istasyon cam bir bölümle ayrılmış durumda ve bu cam ayıraçlarda kapılar var. Trenin kapıları ayıraçların kapıları ile aynı hizaya geliyor ve aynı anda açılıyor, bizde böylece trene binebiliyoruz. Delinin biri gitmiş bu kapıya sakız yapıştırmış. Kapı kapanınca sensörler kapının kapandığını anlamamış. O nedenle tren hareket etmemiş. Fiziksel olarak kapı kapalı olduğundan da 40 tane akıllı saatler boyunca olayın nedenini çözememiş. O tren hareket etmeyince hiçbir tren hareket edememiş. Ülkedeki taşımacılığın %60’ını yapan metro bir gün boyunca kilitlenmiş, kimse işe gidememiş, hayat durmuş. Ondan sonra da devlet iyice sakız düşmanı olmuş.
Bir de doğal kirlenmemeden bahsetmiştim ki bence temizliğin esas kaynağı buradan geliyor. Caddedeki arabalara veya yolun zeminine bakınca bir gariplik olduğunu anlıyorsunuz. İlk ziyaretimin ikinci günüydü. Durduk yere birden dank etti ve resimdeki garipliği fark edip “Noluyor yaaaa, bu arabalarda neden toz yok?” diye yerimden kalktığımı hatırlıyorum. Bakın çamur, kir demiyorum. Toz diyorum. Öyle bir yapay görüntü ki, caddelerdeki tüm arabalar sanki o an bir galeriden çıkmış gibi. Üzerinde gerçekten bir tane bile toz yok. Kalktım park etmiş bir arabanın yanına gittim. Ciddi ciddi üzerinde bir tane toz yok. Eğildim marşpiyerlerine baktım. Orada bile bir tane toz izi yok. Sonra dayanamadım kafamı tekerleklerin etrafındaki çamurluğa uzattım. Tertemiz. Hiç normal değil. Zaten lastikler o kadar temiz ve simsiyah ki söküp yeni diye rafa dizebilirsin. İlk tanımlamam, gerçekten bu durumu en iyi anlatan durum. Lüks otomobillerin satıldığı bir galeri düşünün. Nasıl orada arabaları cilalarlar, lastikleri kremlerler ve yapay bir görüntü olur, işte sokaktaki park etmiş arabalar öyle duruyor. Bu temizlik insan elinden çıkabilecek bir temizlik değil. Çünkü Türkiye’de ben arabamı yıkatsam ve sadece 1 kilometre gitsem altında, yanında toz toprak bir şey olur.
Matrix’de miyim yoksa Truman Show’da mı diye düşündürtecek kadar yapay görünen bu durumun iki ana sebebi var. Bir kere iklimden dolayı havadaki nem oranı %100’e yakın demiştim. Hemen her gün kısa da olsa bir kere de yağmur yağıyor. Ayrıca anormal bir yeşillik var ve neredeyse hiç toprak yok da demiştim. Tüm bunların birleşmesi, ama özellikle havadaki nem bir şekilde toz zerrelerinin havada kalmasına engel oluyor. Yani havada hiç toz yok. Ülkede toz yok. İkinci ana sebep de ülkede eski arabalara izin verilmiyor olması. Bu konuyu trafik başlığında daha detaylı anlatacağım. Ama 3 yaşından eski araba olmadığı için caddelere ne yağ akmış ne mazot. Bu da caddelerdeki zeminin pek bir anormal görünmesine neden oluyor. Dikkat ederseniz asfalt demiyorum çünkü asfalt dökmemişler, farklı bir malzeme var ve yarış pisti gibi görünüyor.
Özetle yere yiyecek düşse alıp yeseniz….. tamam tamam o kadar değil. Ama temiz bir ülke.
Bu arada bu kadar temiz ülkede çok pis olan bir şey var. O da kredi kartı pos makinelerinin pin girilen padleri. Bana uzatılan her pin pad o kadar kirliydi ki tuşların etrafı kirden tuşla aynı hizaya gelmiş. Tabi peçeteyi para ile satıyorlar, kimse elini silmiyor, yemek sonrası ödeme yaparken bu aletler el bezi haline geliyorlar gibi bir teorim var. Ama sonuçta bu aletler çok pisler.
Güvenlik
Singapur sadece temizlik konusunda değil güvenlik konusunda da dünyada liste başı olan ülkelerden. Bir kere ülke kurulduğundan beri yani 1965′den bu yana ülkede işlenen cinayet sayısı rakamla 4, yazı ile dört. Ülkede refah, zenginlik ve düzgün bir eğitim olduğu için hırsızlık gibi durumlar da çok nadir görülüyor.Singapur’da ziyaret ettiğim müşterimin bugüne kadar 15 farklı ülkedeki fabrikalarını kurulum, eğitim amacı ile ziyaret ettim. Hepsinde, hatta Avrupanın göbeğindeki fabrikalarında bile inanılmaz sıkı güvenlik önlemleri vardır. Hollanda fabrikasına girmek için hapishane gibi çelik parmaklıklı tam boy turnikelerden geçmeniz gerekir. İlk gün taksi beni fabrikanın kapısına bıraktı, kapıyı açtım resepsiyondayım. Bir kapı sonra üretim sahası var. En ufak bir güvenlik prosedürü yok. Bir hafta sonra ev sahibime bu durumu sordum, o da neden fabrikada güvenlik olması gerektiğini bir türlü kavrayamadı.
İnternet’te okuduğum yazıların birbirine komşu olan Malezya, Tayland ve Singapuru güvenlik konusunda kıyaslamışlar. Şöyle diyorlar; Tayland’da ana caddeden ayrılırsanız birisi boğazınıza bıçak dayar cüzdanınızı çalar. Malezya’da kalabalığa girerseniz birisi arkanızdan sokulur cebinizden veya çantanızdan cüzdanınızı çalar. Singapur’da bir yerde cüzdanınızı düşürürseniz birisi arkanızdan koşturarak gelir ve cüzdanınızı düşürmüşsünüz der.
Ayrıca ülkede sokakta hiç polis falan da görmedim.
Trafik ve Ulaşım
Ülke küçük, nüfus yoğun, insanlar zengin, yollar güzel… Tüm bu veriler bir araya gelince sonuç yoğun trafik olmalı. Singapur da bu konuda bir istisna değil. Yoğun bir trafiği var ama sinir bozucu olmuyor çünkü genelde trafik problemini çekmek tamamen kişinin tercihine kalmış. O kadar güzel bir toplu taşıma sistemi var ki hemen her yere son derece dakik ve ucuz bir şekilde ulaşabiliyorsunuz.Ama buna rağmen insanlar hala araba kullanmak istemiş. Devlet de bu isteği frenlemek için kuralları sıralamış. Bir kere bu ülkede araba satın alabilmek için önce devletten arabaya sahip olabilme iznini kiralamanız lazım. Gidip devlet babaya 45 bin dolar veriyorsunuz, o da size 5 yıl boyunca araba satın alabilme lisansı veriyor. O belge ile gidip Türkiye’ye göre bile iki kat pahalı olan arabalardan birini alıyorsunuz. An itibari ile 1.6 litre motorlu Ford Focus marka bir otomobil 112 bin dolar. Hmm bu arada bizden iki kat pahalı değillermiş. 3 kat pahalılarmış. Araba satın alma lisansının bedelini hesaba katarsak 4 kat ediyor.
Bu yüksek bedeller halkın ayağını yerden kesme arzusunu azaltmayınca plakaları renklendirmişler. 3 renk plaka var. Kırmızı, siyah ve sarı. Bu renklerden biri sadece hafta sonu kullanılabiliyor. Eğer o renk plaka aldıysanız hafta içi arabanızı kullanamıyorsunuz. Diğer bir renk sadece gece kullanılabiliyor. Saat aralıklarını tam hatırlamıyorum ama gece 22′den sabah 06′ya kadar gibi bir şeydi. Akşamcılar için yani. Diğer plaka ise her zaman serbest.
Bu düzenleme de trafik sorununa çare olmamış, her caddeyi paralı hale getirmişler. Bunun için ERP diye bir sistem kurulmuş, hemen her caddede bir kontrol noktası var. O noktadan geçen her araçtan otomatik olarak bir ücret alınıyor. Ücretler de caddeye göre, günün saatine göre, o anki araç yoğunluğuna göre sürekli değişiyor. Tüm arabalarda bu ERP sistemine ait cihaz bulunmak zorunda. Ön konsolun üstünde bir kart okuyucu mevcut. Bir arabaya binince kredi kartınızı veya ön ödemeli nakit kartınızı bu cihaza sokuyorsunuz. Siz bu caddelerden geçtikçe o anki aktif ücret tarifesine göre bir bedel kartınızdan çekiliyor. Bir yere giderken kafanızda rotayı bu ücretlere göre şekillendiriyorsunuz ve bu rota tayininde mesafe kadar ödeyeceğiniz ek ücreti de göz önünde bulunduruyorsunuz. Mesela Orchard Road’da yoğun saatlerde otomobil kullanmanın bedeli 6 dolara kadar çıkabiliyor.
Bu yetmiş mi trafiği azaltmaya? Vallahi bana göre yetmiş. Yani bu adamlar trafikten şikayet ediyorlar ama İstanbul’la karşılaştırırsak durum komik. İşe gidiş geliş saatlerinde çok kritik yerlerde dur kalk oluyor ama o da çok uzun sürmüyor. Yani bana göre şikayet edenler tamamen şımarıklık ediyor.
Hükümet eski arabalara da kafayı takmış. Bakmış ki ne kural koyarsa kabul görüyor, demiş ki ülkede ticari araçlar dışında 3 yaşından daha yaşlı araç kullanılamaz. Sebep olarak da eski araba yolda arıza yapar, trafiği kilitler, yollara yağ benzin akıtır etrafı kirletir demişler. Eskiyen arabaları Malezya’ya satmaya başlamışlar. Zaten bu bol paralı amcalar pek eski araba kullanmıyorlar. Lüks araba sayısı oldukça fazla. Sağdan direksiyonlu Ferrariler, Lamborginiler geziyor yollarda.
Benzin Türkiye’den ucuz ama yine de dünya ortalamasına göre pahalı kalıyor.
Ülke eski İngiliz kolonisi olmasından dolayı bize göre ters yönden akan bir trafiğe sahip.
Trafik lambaları göremeyen yayalar için sürekli bir ses çıkartıyor. Ancak bu aletlerin çıkaracağı sesleri Star Wars’tan seçmişler sanırım, yeşil yanınca resmen biri size lazer silahı ile ateş ediyor. Gaza gelip siper almayın.
Ülkedeki ilk yollar yapılırken zeki biri çıkıp demiş ki, bizim ağaçların kökleri yatay büyüyor, bunlar ileride gelip yolları bozabilir. Bunun üzerine devlet yol kenarındaki tüm ağaçları sökmüş, gidip Avusturalya’dan kökü sadece dibe doğru büyüyen ağaçlar getirip yol kenarına dikmiş. Böylece diğer ağaç kökleri önünde bir set de oluşturulmuş olmuş. Yollarda da çatlama, kırılma olmamış. Bu nedenle yol kenarındaki ağaçlar ülkedeki diğer ağaçlardan biraz daha farklı. Tabi bu olaylar 3 sene değil 30 sene önce olmuş.
Güzel bir toplu taşıması var demiştik. Toplu taşımanın temeli metro ki buna MRT deniyor. 6 ana metro hatları var ve bu hatlar sık sık diğer hatlarla kesişip size tren değiştirme şansı sunuyor. Trenler son derece dakik, konforlu ve temiz. Şehir merkezinin dışına çıkınca metro zaman zaman yerüstüne çıkıyor. İlginç bir bilgi ise eski zamanlarda var olan demiryolu Malezya tarafından yaptırılmış ve Singapur’un Malezya’dan ayrılma sürecinde yapılan anlaşmalarla ülkedeki tüm demiryolları ve bu yolların geçtiği topraklar Malezya’ya verilmiş. Anlaşma maddeleri o kadar geniş hazırlanmış ki var olan ve yapılacak olan demiryolları cümlesi ile kabul edilmiş. Hal bu olunca metro da demiryolu sayıldığından Singapur metrosunun raylarının geçtiği yeryüzü parçası teknik olarak Malezya toprağı sayılıyor.
Singapur Changi havaalanı defalarca, hatta üst üste yıllarca dünyanın en iyi havaalanı seçilmiş ve bence bu ödülü hak ediyor. Çok seyahat ettiğimden havayollarının müşteri sadakat programlarında genelde üst derecelerdeki kartlarla ödüllendiriliyorum ve gittiğim her yerdeki CIP loungelarını kullanma imkanım oluyor. Changi’de de bu salona girdim ve gördüm ki havaalanın normal hali CIP’den daha güzel.
Dünyanın en büyük ve en işlek limanı ünvanı da bir süredir Singapur’da.
Taksiler ise çok ucuz ve konforlu. Bir kere temizler. Sonra çok dürüstler ve ucuzlar. Yok yok Taksiler ayrı bir başlık olmalı.
Taksiler
En iyi yurtdışı taksi deneyimlerim kesinlikle Singapur’dadır. Bir kere bazı Avrupa ülkeleri gibi anormal pahalı değiller. Çok bollar, her yerde bulabiliyorsunuz. Hepsinde kredi kartı geçiyor, fiş veriyor, kazıklamaya çalışmıyorlar. Bu kazıklama olayı sadece bizim Türk taksicilerde yok ve sanıldığından daha büyük problem. Değişik ülkelerde defalarca bir sürü taksici ile tatsız anılarım olmuştur ama Singapurlu taksiciler bunların dışındadır.Taksilerde oldukça gelişmiş bir bilgisayar altyapısı mevcut. Her takside dokunmatik bir ekran var ve bu ekran merkezi bir sisteme bağlı. Cep telefonunuzdaki bir uygulamadan veya SMS ile taksi çağırdığınızda sistem sizin konumunuzu algılayıp en yakın boş taksilerin ekranında sizin adınızı, konumunuzu çıkartıyor. Müşteri, ekrana ilk dokunup kendisini kapan taksicinin oluyor. Cep telefonunuza da sizi kapan taksinin plakası geliyor ki yanlış bir taksiye binmeyin.
Şoförler taksilerinde çok uzun zaman geçiriyor olmalılar ki arabalarını evleri gibi düzenlemişler. Ön konsolun üstünde içinden sular akan küçük şelaleler mi istersiniz, vazolar içinde çiçekler mi, çeşit çeşit süsler mi. Ne buldularsa dizmişler, hatta yapıştırmışlar ki hareket ederken devrilmesin. Ama iki şey hemen her takside standart olarak mevcut. Eğer şoför Müslüman değilse mutlaka dini inançları ile ilgili resimler var. Çok sık Buda heykeli veya resmi görüyorsunuz. Eğer Hindu ise çeşit çeşit Hindu tanrıları veya Hindu mitlerinini canlandıran kartpostallar bulunuyor. Müslümanlar ise üzerinde Arapça yazılar bulunan bir kartı aynaya takmakla yetiniyorlar. Tüm bu süslerin dışında ön konsolun üstü çalışma masası gibi düzenlenmiş. Ne buldularsa koymuşlar. Yetmemiş camlara yapıştırmışlar. Bu adamlar boş araba sevmiyorlar.
Taksiler genellikle çok soğuk. Klimayı öyle bir köklüyorlar ki eğer kısa bir yolculuk değilse kesin rahatsız oluyorsunuz. Zaten buranın en büyük sorunlarından biri de bu klima sorunu. Termostatın icadı buralara henüz gelmemiş sanırım. Klimayı takan kişi en düşük dereceye ayarlamış ve ayar düğmesini sökmüş gitmiş. Alışveriş merkezleri, oteller, ofisler hep anormal soğuk. Ben otel odama girer girmez ilk iş olarak klimayı kapatıyordum. Ve maalesef kartınızı alıp odadan çıkınca klimalar kendi kendine tekrar devreye giriyor. Çalıştığım ofis odası Sibirya gibiydi. 8 saat sürecek bir eğitim için, konferans salonuna girdik. 50 kadar insan dizilmişler beni dinliyorlar. Ben sahnede bir şeyler anlatıyorum, ama bariz üşüyorum. Çenemin tıkırdamasına bir tık var. İzleyenlerin hepsi de ceketlerini giymişler, ellerinde kahve çekik çekik bakıyorlar. Gözüm duvardaki termometreye takıldı. 18 dereceyi görünce dayanamadım sordum. (Bu arada klimanın ayarı 18 derece değil, güncel iç ortam sıcaklığı 18 derece). “Bu nasıl iş, neden burayı 18 dereceye kadar soğutuyorsunuz, deli misiniz siz?” dedim. “Kamil sen çok şanssızsın, bu binada iki oda çok soğuk. Biri sana verilen oda, ikincisi de bu konferans salonu, biz de uğraştık ama burası daha sıcak olmuyor” dediler. “Aferin size” dedim. Ortamı ısıtmak isteyen bir Çinli de şöyle bir espri yaptı. “Singapur’da iki mevsim vardır. Yaz ve Kış. Dışarısı hep yazdır. İçerisi hep kış”. Çok komikmiş gibi hepsi kahkahalara boğuldu. Orada birden tahtaya cetvelle vurup “Ciddi olunnnnnn” diye bağırasım geldi ama dedim şimdi bulaşmayayım.
Taksilere dönelim, taksiciler pek konuşkan. Çok ilginç sohbetler yaptık bu arkadaşlarla. Hemen hepsi ilk olarak nereden geldiğimi soruyor. Türkiye dediğimde o ilginç sohbetler başladı. Beni şaşırtacak kadar bilgililer. Bir kere hemen hepsi Galatasaray’ı biliyor. Futbol sevenlerin bunu bilmesi çok anormal değil ve sonuçta popüler bir bilgi. Ama yine birçoğu sohbet ilerledikten sonra Atatürk’ten bahsediyorlar. Önceleri şaşırıyordum ama gördüm ki bu adamlar bizim hakkımızda sandığımızdan çok şey biliyorlar. 2-3 Müslüman taksici ise o dönem Türkiye’de tartışılmakta olan başörtüsü olayını açtı. AKP’den, Erdoğan’dan falan bahsetti. Türkiye’de neden baş örtüsü yasak, siz de Müslüman değil misiniz diyerek beni sıkıştırmaya çalıştılar. Tabi ben de altında kalmadım.
Bir başka tekrar eden olay ise şoför nerelisin diye sorduğunda genellikle tahmin et demem ve hemen hepsinin bana Alman’sın demesi. Demek ki gözünüzü kısıp bakarsanız ben Alman’a benziyorum.
Singapur’daki ilk iş günümde fabrikaya gitmek için bir taksiye bindim. Jurong’a gitmek istediğimi söyledim. Adam “Ooooo ülkenin diğer ucu orası” dedi sıkıntıyla. Dedim herhalde uzun sürecek gitmek ama ülke zaten küçük. Ne kadar sürer diye sordum. “En az 35 dakika” diye cevap verdi arkadaş. Pehhh…
Taksiciler iyi hoş da bazen de çok aptal olabiliyorlar. Bir gün bindiğim bir taksiciye Takaşiyama’ya gitmek istediğimi söyledim. Takaşiyama ülkenin en işlek ve ünlü caddesi üzerindeki en büyük ve en popüler alışveriş merkezi. Yani bir taksicinin bilmeme şansı olamaz. Adam bilmiyorum orayı dedi. Şaşırdım, anlatmaya başladım. İşte falan cadde üzerinde, bilmem neyden sonra, kırmızı mermer kaplı dev alışveriş merkezi, Takaşiyama, falan filan. Adam ısrarla yok bilmiyorum diyor. Oturdum adama detaylı yolu tarif ettim yolu anladı, ama hala orada Takaşiyama diye bir yer yok diyor. İyice sinir oldum adama, hadi sen sür ben seni götürecem dedim. Neyse Takaşiyama’nın önüne geldik. Aha işte burası, söyle bakalım neresi burası dedim. Adam burası Takaşiyama değil Takaşimaya dedi. Höhhh yani dedim adama. Tamam benim hatam var, adını yanlış hatırlamışım da sende android misin be kardeşim? Şimdi İstanbul’a bir turist gelse Naşintaşı’na gidecem dese bizim taksiciler Naşintaşı diye bir yer yok mu der adama?
Para
Gördüğüm, kullandığım en güzel para şüphesiz ki Singapur Dolarıdır. Kağıt yerine plastik, hatta şeffaf plastik banknotlar basmışlar. Plastik para o kadar güzel ki ne kırışıyor ne bozuluyor.Merlion
Ülkenin sembolü Merlion denilen vücudu denizkızı kafası aslan olan bir yaratık. Bunun bir sürü hikayesi var ve hiç biri beni cezbetmedi. Ama ülkede her yerde Merlion figürünü görebiliyorsunuz.Spor
Singapur’da futbol çok seviliyor. Ülkede sadece bir tane oyuncusu, hocası, masörü ile tam kadro takım kuracak kadar insan yaşadığı için kendi liglerini kuramıyorlar. Kurulan tek takım da Malezya liginde oynuyor. Ama tek takım ve Malezya ligi bu insanları kesmemiş olacak ki, hepsi Avrupa futbolunu çok çok yakından takip ediyorlar. Galatasaray’ı bilmeleri de bu yakın ilgiden geliyor.2008 Avrupa şampiyonası sırasında bu ülkeye 2. ziyaretimi gerçekleştiriyordum ve Türkiye-Almanya yarı final maçını sabaha karşı saat 4’de bir McDonald’s ın kaldırımlar üzerindeki tentesi altında ve yoğun muson yağmuru ile birlikte, 30 kadar Türk ve Almanla izlemiştim. O dönemde Türk olduğumu duyan bana Hırvatistan, Portekiz maçlarını anlatıyordu.
Yağmur Ormanları ve Vahşi Yaşam
Tamam Singapur gelişmiş bir metropol. Ama ormanlık alanlara biraz girince vahşi yaşamı hemen buluyorsunuz. Vahşi yaşam dediğimde üzerinize kaplan atlıyor, arkanızdan timsah kovalıyor gibi değil ama gene de vahşi. İlk ziyaretimde bir Pazar günü Sentosa adasında gezerken girilmez yazan bir ipin üzerinden atlayıp ormanlık alana girdim. İlk kez yağmur ormanı görüyorum, koca koca ağaçlar, nemli bir hava, ağaçların sıklığından oldukça loş hatta karanlığa çalan bir ortam. Pek güzel gelmişti. Etrafıma baka baka geziyorum.Git gide daha derinlere girdim. Şöyle vahşi bir şey görsem diye bakınıyorum birden uzakta kocaman bir sürüngen arkadaş gördüm. Tabi o zaman (hatta şimdi bile) türünü tam tanıyamadığım kafa-kuyruk uzunluğu 2 metre civarında olan ve iguanamsı sandığım arkadaşı izledim. Biraz yaklaşmak istedim o da beni gördü. Ben biraz daha yaklaştım. Birden yaprakların üstünde patır patır koşturmaya başladı. 10-15 adım sonra durdu biraz daha bana baktı. O arada profilden bir poz verdi bana. Ben bir adım daha atınca bastı gitti. Son ziyaretimde hayvanat bahçesini gezerken benzer hayvanlara tek tek baktım ve eski dostumun vesikalığı ile karşılaştırdım. Bir kere iguanalar o kadar büyümüyor gibi. Hani pek mümkün görünmüyor ama hayvanat bahçesindeki en benzeyen hayvan Komodo Ejderiydi.
Derken akşamüstü oldu ve artık ormandan çıkış yolu arıyorum. Bir patikada ilerliyorum. Birden yolumun devasa bir örümcek ağı ile kapanmış olduğunu gördüm. Aralarında 3-4 metreden az bulunmayan ve patika yolumun iki tarafında bulunan iki ağacın arasını becerikli bir örümcek belediyeden izin almadan kapatıvermiş. Ben ağa bakarken mekanın sahibi 8 bacaklı arkadaş arzı endam etti. Elim kadar (hem de benim elim), siyah, üzerinde sarı çizgiler olan bu arkadaşa da modellik teklif edip birkaç kare fotoğrafını çektim. Fotoğraf seansımız bitince yoluma devam etmek için ağın içinden geçmem gerektiğinden kendisinden özür dileyerek ağını bozmam gerektiğini anlattım. Yerden bir dal aldım ve ağa attım. Dal ağda kaldı. Ağ hala sağlam. Kolum kadar bir dal daha aldım onu da ağa doğru fırlattım o da ağda kaldı. Ağ hala sağlam. Arkadaş o kadar dayanıklı bir ağ örmüş ki bir kere daha kendisini tebrik ettim. Ama kendisi biraz sinirli görünmeye başlamıştı o aralar. Biraz ileriki ağacın kökünden bacağım kadar bir kütük alıp artık bu işi halleder diyerek ağa doğru fırlattım. Ağı ağaçlara bağlayan 2-3 ana halat koptu ama 3 noktadan hala ağ asılı duruyordu.
Örümcek birden yüksek olan tarafa doğru koşturmaya başladı. Ben de aksi taraftaki ana halatlardan birini kesip yoluma devam ettim.
Yandaki fotoğraftaki örümceği ölçeklemek için yanındaki at sineği arkadaşı baz alabilirsiniz.
Son ziyaretimde yine bir Pazar günü parkta oturdum bir yandan müzik dinleyip bir yandan size bu yazıyı yazıyorum. Birden yağmur başladı. Saklanacağım bir yerde yok. Ne yapsam diye bakınıyorum, fark ettim ki ıslanmıyorum. Halbuki yağmur bayağı bayağı yağıyor, öyle çiseleme değil bildiğiniz sağanak. Baktım ki park da olsa yağmur ormanlarından bozma bu parktaki ağaçlar o kadar sık ve büyük ki altına yağmur geçirmiyor. İşte o zaman düşündüm; yağmur ormanı terimi çok yağmur aldığı için değil de altına yağmur geçirmediği için verilmiş olabilir. Sonuçta yağmurlukta öyle bir şey değil mi?
Turistik Etkinlikler
Singapur’da yapılacak birçok şey var ama bence bunları yapmadan dönmeyin. Ülkeye gitmeyi düşünenler bu kısmı biraz daha dikkatli okusun.Sentosa Adası
Ülkenin güneyindeki küçücük turistik ada. Bir gün ayırın. Geçen sene Universal Studio’ları da açılmış iyice şenlenmiş. Okyanus kıyısında su ve ışık gösterileri, çok güzel bir su altı parkı, müzeler, dev Merlion, plajlar, luge riding gibi bir sürü aktiviteyi barındırıyor. Bir kere su altı parkına gidin. Benim ilk gördüğüm su altı parkı olduğu için mi bilmem, ben çok beğenmiştim. Adaya MRT + sky trainle de gidebilirsiniz ya da ülkenin en yüksek tepesine çıkıp oradan teleferikle de geçebilirsiniz. Teleferik yolun ortasında bir binanın içinden geçiyor ki ilginç olmuş. Teleferiğe geldiğinizde size kabinin altı cam olsun mu olmasın mı diye soruyorlar. Arkadaşlar, cam tabanlı kabinin öyle çok da farkı yok.Hayvanat Bahçeleri
Çoğul bir tanımlama kullandım çünkü her şeyi görmek isterseniz 4 farklı yeri ziyaret etmelisiniz. Dileyene 4’lü combo biletler de satılıyor.İlk mekan Sentosa’daki su altı parkı.
İkinci olarak Singapur Hayvanat Bahçesi geliyor. Oldukça güzel ve en az 4-5 saat harcayacağınız bir yer.
Üçüncü hayvanat etkinliği Gece Safarisi. Bu yine hayvanat bahçesinin yakınında bir yerde yapılıyor ve adından anlaşılacağı üzere sadece geceleri açık. Arabaların içinde geziyorsunuz ve hayvanların genelde en hareketli ve aktif olduğu gece saatlerinde onları farklı bir ışık altında görüyorsunuz. Başka yerlerde benzerleri yok. Kaçırmayın.
Son olarak da Jurong Kuş Parkı geliyor. Burası da görmeye değer bir yer. Birçok değişik kuş türünü ayrıca Antarktika penguenlerini görebilirsiniz. Ben ilk penguenimi burada görmüştüm. Afrika Penguenleri hayvanat bahçesinde eğlenirken Antarktika penguenleri burada soğutulmuş akvaryum benzeri bir ortamda takılıyorlar. Özellikle yavru penguenlerin su içerisinde nasıl uçtuklarını görmelisiniz. Uçtuklarını dedim çünkü suyun altını da görebildiğiniz bu mekanda aslında penguenlere neden su kuşu dediklerini anlıyorsunuz. Zira bu sevimli tositleri suyun altında izlediğinizde havada uçan bir kuştan farkı olmadığını anlıyorsunuz.
Genel olarak da şunu söyleyeyim. Hayvanat bahçeleri sadece hayvanların teşhir edildiği bir yer değil aynı zamanda gün içinde çeşitli şovların sergilendiği eğlence merkezleri. Şovlar dışında her hayvanın beslenme saatleri birer olaya dönüştürülmüş. Size tavsiyem bu bahçelere gitmeden bir gün önce hangi saatte ne var bir bakın, ona göre gidiş geliş saatlerinizi ayarlayın. Zira ben Jurong Kuş Parkına işten çıkınca gittim. Her şey bitmişti ve park kapanmak üzereydi.
Tapınaklar
Çok dinlilik size çok tapınaklılık olarak geri dönüyor. Çok farklı ibadet mekanlarını bir anda görme şansınız var. Kiliseler ve camiler bence ikinci planda. Ama çok renkli bir Hindu tapınağı ve bir o kadar etkileyici Budist tapınağı görebilirsiniz. İki tapınak da Çin Mahallesi’nde ve birbirine komşular. İkisine de mutlaka girin. Hindu tapınağı Hindistan’da gördüklerimden biraz farklı. İçeri girerken kapıda asıllı çanlara dokunup mümkün olduğunca ses çıkararak içeri giriyorsunuz. Ayakkabılar kapıda çıkarılıyor. İçeride fotoğraf çekilmesini istemiyorlar. Ben gizli gizli bir iki kare çektim. Siz çok abartmayın, adamlara saygı gösterin.Budist tapınağı ise gerçekten muhteşemdi. Saatinde giderseniz bir ayin falan yakalayabilirsiniz ki o zaman sadece tapınağa bakmaz, içerideki koku, ses, insanlar her şeyi deneyimlemiş olursunuz. Buradaki koku ve ses deneyimin önemli parçaları, emin olun.
Botanik Bahçesi
Çok lazımmış gibi çok güzel bir botanik bahçesi var. Tam ortasında palmiye vadisi denilen bir alan var ki bir tepenin etekleri gibi düşünebilirsiniz. En dip noktasında bir havuz ve havuzun ortasında Singapur Devlet Senfoni Orkestrası’nın haftalık konserlerini verdiği bir sahne var. Çimenlere yayılarak açık havada konser izlemek süper bir deneyim olmalı.Ülkenin Şarkısı
-Bu başlık her şehir için olacak. Çünkü her şehir için bir şarkı seçiyorum ve orada gezerken defalarca üst üste dinliyorum. Bu şekilde o şarkı ile şehir benim için eşleşiyor. Seçtiğim şarkıyı da başka zaman pek dinlememeye çalışıyorum ki etkisi bitmesin. Ama ne zaman dinlesem eşleştiği şehri hatırlarım.-Kesinlikle Fly Me To The Moon…..!!!
Singapur Fotoğraflarım
1. ziyaret: https://picasaweb.google.com/105352833686318819568/Singapur2. ziyaret: https://picasaweb.google.com/105352833686318819568/Singapur2
3. ziyaret: https://picasaweb.google.com/105352833686318819568/Singapur3
Gideceklere Notlar:
- Singapur sanıldığı gibi ucuz elektronik bulunan bir ülke değil. Mağazalara giderseniz Türkiye ile hemen hemen aynı fiyatları bulacaksınız. Sim Lim Square bizdeki eski Doğu Bank İşhanı gibi bir yer. Nispeten daha ucuz ama Çinli satıcılar pek bir üçkağıtçı görünüyorlar.
- Mutlaka yanınızda şemsiye götürün. Yağmur her an yağmaya başlayabilir ve Muson yağmurları bizdeki yağmurlara benzemez. Sizi sadece 3 dakikada kıyafetlerinizle denize düşmekten farksız bırakabilir. Başka kalın bir kıyafet almayın.
- Mutlaka cream puff yiyin. Takashimaya’da veya Raffles Palace alışveriş merkezindekiler iyidir. Yerken beni anın. J
- Durian yiyin.
- Singapore Sling için. Ülkenin imzası olan bir kokteyl.
- Marina bay oteline gidin, çatısına çıkın.
- Cuma, Cumartesi ve Pazar akşamları Esplanade’in önündeki alanda açık hava konserleri oluyor. Kaçırmayın.
- Botanik bahçesine mutlaka gidin.
- Clark Quey mutlaka ziyaret edilmeli.
- KAYNAK: http://kamilingezileri.wordpress.com/2012/02/19/singapur-izlenimleri/
Yorum Gönder Blogger Facebook
DİKKAT!
İfadeler şekiller, jpg, gif, png,bmp formatlarında resim, foto, video, müzik ekliyebilirsiniz.Resim eklemek için-- [img] resim linki [/img] // Müzik eklemek için :-- [nct]Müzik linki [/nct] Youtube Video ekleme:-- [youtube] Youtube Video Link [/youtube] Link kapanış kutucukların arasına boşluk bırakın
***KÜFÜR HAKARET İÇEREN YORUMLAR SİLİNECEKTİR***
Gülen ifade eklemek için işaretleri kullanın
:) (: :)) :(( =)) =D> :D :P :-O :-? :-SS :-t [-( @-) b-(