1. 12 hayvanlı takvim
Güneş yılı esaslıdır. Her yıla bir hayvan ismi verilir. 12 aydan oluşur.

2. Hicri takvim:
Ay yılı esaslı bir takvimdir.Peygamberimizin m.s. 622 yılında Mekke den Medine ye yapmış olduğu Hicret başlangıç olarak kabul edilir.

3.Celali takvim:
Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah döneminde kısa süre kullanılmıştır.

4.Rumi takvim:
Osmanlı Devleti nde 16.yüzyılda eski Bizans takviminden geliştirilen güneş yılı esaslı bir takvimdir.

5.Miladi takvim:
1925 yılında çikarilan bir kanunla kullanmaya başladığımız bir takvimdir.Hz. İsa nın doğumunu başlangıç olarak kabul eder.Güneş yılı esaslı bir takvimdir.




12 Hayvanlı Takvim:

Güneş yılı esaslıdır. Her yıla bir hayvan ismi verilir. 12 aydan oluşur. Bu hayvanlar sırasıyla sıçgan (sıçan), ud (sığır), bars (pars), tavışgan (tavşan), lu (ejderha), yılan (yılan), yunt (at), koy (koyun), bıçın (maymun), takuk>( tavuk), it (it )ve tonguz (domuz)'dur.
Hunlar, Göktürkler, Uygurlar, Kırgızlar, Moğollar v.s. tarafından kullanılmıştır. Başlangıcı yoktur.

12 Hayvanlı Türk Takvimi’nin geçmişi, kabile yaşamı içinde çok eskilere gidiyor, totemik ve büyülü özellikler taşıyor. (4) Takvim 12 yılda bir devrediyor. 12 yıla ayrı hayvan isimleri verilmiş. Bunların totemik semboller olduğu sanılıyor. Çünkü on iki boy var ve boyların totemleri de değişik hayvanlar. Totem kabile yaşamında bazı kutsal sayılan düzenlemeleri belirliyor. Kabilenin koruyucusu olarak kabul ediliyor. Totem hayvanı kabile üyeleri tarafından avlanamıyor, öldüremiyor, ancak kutsal törenlerde kurban ediliyor vb. Bu özellikler takvime büyülü ve kutsal nitelikler kazandırıyordu.
12 hayvan yılı, sırasıyla ve orijinal söylenişiyle şöyle: Sıçgan (sıçan), Ud (sığır), Bars (pars), Tavışgan (tavşan), Lu (ejderha), Yılan, Yond (at), Koy (koyun), Biçin (maymun), Taguk (tavuk), İt (köpek), Tonguz (domuz).
Takvim sadece bir zaman ölçütü işlevi görmüyor, aynı zamanda isminden gelen totemik özelliklerle de etkili oluyor. Her yıl adını aldığı hayvanın özelliklerine sahip. Bu özellikler o yıl olacak ve yaşanacak olayları belirliyor. Bu kadar değil, aynı zamanda her kişinin karakteri ve yaşamı, doğduğu yılın genel özelliklerine göre önceden belirleniyor, ki bunların kader anlayışının örnekleri olduğu söylenebilir.
Yıllara atfedilen özellikler incelendiğinde, doğrudan adını aldığı hayvanın özelliklerinden hareket edildiği görülüyor. Yorumlar bu yönüyle çok doğrudan ve doğal. Ancak aynı zamanda, kabile hiyerarşisine bağlı olarak hayvanlara atfedilen değerin de yorumlarda etkili olduğu belirtiliyor. Örneğin, İt yılında doğan bir kişi Karageyik yılında doğduğunu söylüyor. Böyle olunca herkes onun İt yılında doğduğunu anlıyor ama bu kural bozulmuyor. Benzer şekilde Domuz adı da söylenmiyor. Öteki hayvan isimleri söyleniyor. Bu anlayışlar takvimin kaynağında değil daha sonraki gelişmeler içinde ortaya çıkmış olabilir.
Zaman içinde 12’li düzen dünyayı oluşturduğuna inanılan dört temel öğe (toprak, ateş, rüzgar ve su) ve dört temel yönle ilişkilendiriliyor. Buna göre, doğu orman ve/veya toprakla, güney ateşle, batı rüzgarla ve kuzey su ile beraber anılıyor. Her yöne 3 hayvan düşüyor. Böylece yılların özellikleri, bu kaynaklardan gelen özellklerle daha da ayrıntılandırılıyor.


Hicri Takvim:



Hz. Peygamber (s.a.s)'in Mekke'den Medine'ye hicretini tarih başlangıcı olarak alan takvim. Hicrî Kamerî takvime İslâm takvimi de denir. Ayın yörüngesi üzerinde dönüşüne göre düzenlendiği için kamerî (ay) veya hicrî adı verilmiştir. Ay yani kamerî takvimi ilk olarak Bâbillilerin kullandığı bilinmektedir.
Müşrikler İslâm'dan önce Kusay b. Kilâb'a verdikleri önemden dolayı Onun ölümünü tarih başlangıcı olarak kabul etmişlerdir. Ancak Fil olayından sonra tarih başlangıcı olarak bu olay kabul edilmeye başlanmıştır (Tarihu'l-Yakubî, II,17). Taberî'de geçen, Peygamberimiz (s.a.s)'in Medine'ye hicretiyle tarih kullandığı şeklindeki bilgilerin ne derece sıhhatli olduğu bilinmemekle beraber, bunun kesinlik kazandığı dönem Hz. Ömer (r.a) döneminde kabul edilen hicrî takvimle başlamıştır (Taberî, Tarihu'l Umem ve'l Mûlük, II,253. Buhârî, et-Târihu'l-Kebîr,I,10).
Medine'de İslam devletinin kurulmasından Hz. Ömer (r.a.) devrine kadar müslümanlar bazı önemli olayları tarih başlangıcı kabul edip buna göre zamanlarını tayin etmekteydiler. Meselâ; Fil olayı, ficâr savaşı, zelzele yılı, veda haccı yılı ve bazı önemli zatların ölümü gibi olaylar tarih başlangıcı olarak kabul edilmekteydi. Ancak bu, zaman zaman karışık bir durum arzediyordu. Hz. Ömer (r.a) bu karışıklığı gidermek amacıyla konuyu diğer sahabelerle istişare etti. Bu sırada meydana gelen olay bunun gerekliliğini bir kat daha arttırdı. Yemen Valisi Ya'la b. Ümeyye Hz. Ömer (r.a)'a gün, ay ve yılı belli olmayan bir mektup gönderir. Aynı şekilde yılı belli olmayan vadesi Şaban ayı, diye kaydedilen bir senet Basra Valisi Ebû Musa el-Eşarî'ye getirilir. Sözkonusu senette geçen şaban kelimesinin, bu yıla mı, geçen yıla mı, yoksa gelecek yıla mı ait olduğu meselesi kesin olarak anlaşılmayınca bu tarih ve sened ihtilafa sebeb oldu ve konunun önemini ortaya çıkardı. Sahabiler meseleyi görüşerek tarih başlangıcı konusunda İran, Yunan vb. gibi ülkelerin takvimlerini benimseme tekliflerini ileri sürdüler. Ancak bu teklifler kabul görmeyince Hz. Ali (r.a) takvimin hicretin başlangıç olması gerektiğini ileri sürdü. Onun bu görüşü derhal benimsendi. Hz. Peygamber (s.a.s), rebiülevvel ayında hicret etmişti. Ancak kamerî yıl muharrem ayı ile başladığından tarih iki ay sekiz gün geri alınıp Hicrî takvimin başlangıcı 23 Temmuz 622 olarak tesbit edildi.
Milâdî ve Rûmî tarihler gibi on iki ay esasına dayanan hicrî yıl muharrem ayı ile başlar ve zilhicce ile sona erer. Hicrî (kamerî) aylar şunlardır: Muharrem, safer, rebiülevvel, rebiülâhir, cemâzielevvel, cemâzielâhir, recep, şaban, ramazan, şevvâl, zilkade,
Yazışmalar ve iktisâdî sahalarda rahatlıkla kullanılan bu takvime karşılık milâdî takvimde, ziraata ait vergilerin toplanmasında yardımcı olmuştur. İslâm takvimi, müslümanlara mâl olmuş bir takvimdir ve hatta okuma-yazması olmayan bir kimsenin bile kullanabileceği bir vasıtadır. Bu takvimin hesaplarını yapmak, ramazanın ne zaman başlayacağım bilmek, ne zaman namaz kılınacağını belirlemek için ince astronomi bilgilerine gerek yoktur. Ayın 29. günü güneşin battığı taraftaki gök ufkuna dikkatle bakılır, şayet yeni ayın o incecik hafi batı ufku üzerinde görünmüşse, ay doğmuş ve takvime göre ertesi ayın ilk günü başlamış olur: Hilâlin bu görüntüsü 5-6 dakika sürer ve sonra kaybolur. Şayet bir görüntü tesbit edilememişse ay otuz gün sürecektir bu kesindir, yani ertesi akşam ufukta kesinlikle hilâl görülür. Şayet 29. günü göğün bulutlu olması sözkonusu ise o ayın 30 gün süren bir ay olduğu kabul edilir (Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, çev, S. Tuğ, II, 857)- Ayrıca hilâlin hareketleri de kesin olarak belli değildir. Bazen ay bütün hareketlerini 29 günde, bazen 30 günde tamamlar.
Hicrî takvim hicreti esas alır. Günümüzde kullanılan milâdî takvim ise Hz. İsa'nın doğumunu 'tarih başlangıcı olarak esas almaktadır.
Hicrî yahut kamerî yılı, milâdî yıla çevirmek için şöyle bir formül kullanılmaktadır: Hicrî yıl sayısını 33'e bölüp çıkan sayıya 622 eklenir ve milâdî yıl bulunur. Milâdi yıl = (hicrî yıl x 32/33) + 622 formülü ile bulunur. Mesela: 1000 yılının % 3'ü 30 eder, geriye 970 kalır. Bu sayıya 622 eklenince karşılığı olarak milâdî 1592 yılı bulunur. Milâdî yılın hicrî yıl karşılığını bulmak için de şu formül kullanılır: Hicri yıl = (milâdî yıl-622) x 33/32, meselâ; (1453-622) x 33/32 = 857
Hicrî ve rûmî takvim uzun müddet müslümanlarca kullanılmış 26 Aralık 1925 tarihinde yürürlükten kaldırılmıştır.



Celâlî takvimi ( takvîm-i melîkî de denir):




Selçuklu sultânı Celâl-üd devle Melikşâh [1055-(1072-1092)] tarafından dönemin en büyük âlimlerine yaptırılmıştır. Dünyâdaki en sağlıklı Güneş takvimidir. İlmî bir ihtiyâc sebebiyle, bir Türk sultânı tarafından yaptırılmış olması, takvime millî bir vasıf kazandırır. Kısacası Celâlî takvimi ay adlarının Farsça olmasının dışında tam bir Türk takvimidir.
Celâlî takviminde zaman, 20 Mart 1079 târîhinde Bağdat’taki Nizâmîye Medresesi mevkiinde Güneş’in batış ânı ile başlar(*). Gerçek yıl sayısı da aynı andan i’tibâren başlar. Bu takvimde yıl 30’ar günlük 12 aya ayrılır. Geride kalan 5 ya da 6 gün son aya “ekleme günler” adıyla eklenir. Yılın kaç gün süreceği yıl sayısı ile 365.24219’un çarpımı ile bulunur. Çarpım sonucu çıkacak küsûr 5’ten küçük ise gün sayısı olarak dikkate alınmaz. 5’ten büyük ise yıl 366 gün olarak alınır.
Bu takvim Selçuklu’dan sonra da Îran’da kullanılmaya devâm edilmiştir ve hâlâ da kullanılmaktadır. Ancak Acemler takvimi 622 yılının 20 Mart’ından başlatmışlar, takvimin ilk 6 ayını 31 gün, ikinci 6 ayını da 30 gün saymışlardır. 365 gün süren yıllarda ise son ay 29 gün sayılmaktadır.
(*) İslâmîyeti kabulün öncesinde de sonrasında da Türkler’de gün, Güneş’in batışı ile başlar.



Rumi Takvim:


Osmanli Devletinde Hicri 1205 (1790) yilindan itibaren malî Isleri tanzim etmek için kullanilan takvimin adi. Osmanlilar, diger Islâm devletlerinde oldugu gibi bütün Isleri ni Hicri tarih esasi üzerinde yürütüyorlardi. Daha sonralari bir takim, malî gerekçeler sebebiyle resmî islemlerde Hicri tarihi birakarak günes esasina dayali tarihleme sIstemine geçIlmistir. Baslangiç tarihi M.S 594 tür. Mart ayi ile baslamaktadir. Hicri takvim ayin hareketlerine göre tesbit edildigi için Semsi takvime göre 1 yili, on bir gün önce tamamlar. Bu fark 33 senede Semsî takvime bir yillik bir fark yapar. Bunun için her otuz üç yilda, bir yil düsülerek Semsî sene ile mutabakat saglanmaktaydi. Düsülen bu seneye "Sivis senesi" denir. DüzeltIlmemis Julien takvimine göre ayarlanmis oldugu için Rumî Takvim ile miladi takvim arasinda 13 günlük bir fark vardir. Bu fark 1582'de Gregorien takviminde yapilan 10 günlük düzeltmenin 1900 yilinda 13 güne çikmasindan dogmaktadir. 1871 yilinda Cevdet Pasa, baskanliginda kurulan komisyon münasebetiyle kaleme aldigi "Takvimul-Edvar" adli eserde, bu takvimin, Semsî aylar esasina göre Kamerî hesapla tesbit edIlmesinin dogurdugu mahzurlari ortaya koymaktadir. Bu takvim Osmanli Devleti'nin sonuna kadar yürürlükte kalmistir.
Rumî takvim, 1871'de hicret esas alinarak yeniden sekillendirIlmistir. Baslangiç tarihi, Miladi 23 Eylül 622 olarak alinmistir. Aylar Semsî olarak hesaplandigi isin Hicrî-Kamerî tarihe göre her otuz üç yilda bir yil geri kalmaktadir.

MİLADÎ TAKVİM:




Hz. İsa'nın doğumunu tarih başlangıcı ve dünyanın güneş etrafındaki dönüş süresi olan 365 gün 6 saatlik zamanı yıl olarak kabul eden takvim.
Dönencel yıl müddeti 365, 2425 gün üzerine kurulmuş olan bu takvimde, bir yıl uygulamada yaklaşık 365 gün 6 saat alınmak suretiyte, kalan 6 saatlik fark her dört yılda bir 24 saate çevrilerek bu bir günlük süre, normal şartlarda yirmi sekiz gün süren Şubat ayına ilâve edilmiş ve böylece her dört yılda bir Şubat ayının yirmi dokuz gün sürdüğü kabul edilmiştir. Bu tür yıllara da "fazlalık yıl" veya "artık yıl" ismi verilmiştir.
Milâdi takvimin ilk şekli olan Jülyen takvimi, M.Ö. 46 yılında Roma'nın kuruluşunun 708. yıldönümünde, İskenderiyede yaşayan astronomi bilgini Sosigenes'in tavsiyesi üzerine Roma İmparatoru Julies Cesar tarafından yapılmıştır. Julies Cesar tarafından gerçekleştirilen bu takvim reformu sırasında Roma'da günlerin sayılması konusunda düzensizlik görülmüş; buna da rahip ve papazların bazı çıkar hesapları yüzünden tarihleri istedikleri şekilde değiştirmeleri sebep olmuştur. Bu düzensizliğin giderilmesi amacıyla Julies Cesar yılbaşı gününü 1 Mart'tan 1 Ocak tarihine çevirmiş, yıl bir defaya mahsus olmak üzere 445 gün'e çıkarılarak düzensizlik ortadan kaldırılmıştır. Böylece M.Ö. 46 yılının 1 Ocağında Jülyen takvimi yürürlüğe girmiş olmasına rağmen uygulama çözüm getirmemiştir.
Dört yılda bir gün eklemekle takvim yine kesin bir şekilde düzeltilmiş olmuyor, bu hesaplamaya göre arada yine 1000 yılda 7,5 günlük bir fark kalıyordu. Bir yılda 0,007784 yıllık fark, başlangıçta önemsiz gibi görünüyorsa da zaman geçtikçe fazlalaşacağından, ban yanlışlıkların ortaya çıkmasına sebep olabilirdi. Gerçekten de, bu takvimin,1500 yıl kullanıldıktan sonra, güneş yılından 10 gün geri kaldığı anlaşılmıştır. Tarih, 21 Mart olması gerekirken eldeki takvimde 11 Mart görfinmekteydi.
Papa XIII. Gregorius'un 1582 yılında Jülyen takviminde görülen düzensizliğin giderilmesi amacıyla yaptığı çalışmalar sonunda toplanan Ruhâni meclis, her dört yüz yılda üç artık yılın atılarak bu farkın giderilmesini sağladı. Buna göre dörtyüzün katları olan bin altıyüz, ikibin, ikibin dört yüz yılları artık yıl olarak düşünülemez. Bu da Greğorius takvimi reformunun son özelliğini meydana getirir. Yine bu takvim çerçevesinde MS. 325 yılında takvimin başlıca kurallarını belirleyen İznik Konsülü, Güneş Çevriminin esas alınarak mevsimlerin güneş çevrimine yerleştirilmesine karar vermiştir. İznik Konsülünün toplanmasından, 1582 yılına kadar ki fark olan 1257 yılda bu farkın on güne ulaştığı anlaşılmış, o günkü takvim gününe on gün eklenmiştir. Böylece Roma'da 4 Ekim 1582 Perşembe gününü doğrudan doğruya IS Ekim Cuma gününe bağlama kararı alınmıştır. Bu sayede hafta içinde günlerin sırası da değişmemiş oluyordu. İşte bu değişme ve toplantıyı (İznik Konsülü) düzenleyen Papanın ismine atfen, bu takvime Gregorien (milâdî) Takvimi denir. Gregorien Takvimi Fransa'da 1582 yılında kabul edilerek, 9 Aralık 1582'den hemen 20 Aralığa geçilmiştir. İngiltere 1752 yılının 3 Eylül günü kabul ettiği bu takvimle doğrudan 14 Eylül gününe geçmiştir.
Gregorien takviminde yılbaşının 1 Ocak tarihi olarak kabul edilmesi 1752 yılında gerçekleşti. O tarihe kadar 24 Aralık ile 1 Ocak tarihlere çiftyıl adı verilmekteydi.
On iki aydan oluşan miladi yılın aylarının isimleri ve bu ayların süreleri şöyledir: Ocak 31; Şubat 28, 29; Mart 31; Nisan 30; Mayıs 31; Haziran 30; Temmuz 31; Ağustos 31; Eylül 30; Ekim 31; Kasım 30; Aralık 31. Ayrıca her yıl ilkbahar, yaz, sonbahar, kış olmak üzere dört mevsime ayrılmıştır. Yıl, her biri kavuşum ayının dörtte birine tekabül eden elli iki haftaya bölünmüştür.
Milâdî yılı Hicrî yıla çevirmek için önce eldeki milâdî tarihten 622sayısı çıkarılır; kalan sayı 33'e bölünür; bölüm, kalan sayıya eklenir: Hicri yıl = (Milâdi yıl-622) x 31 Bir hicri yılı milâdi yıla çevirmek için ise şu formül uygulanır:
Miladi yılı = Hicri yılı x 33 + 622
Her ne kadar miladi takvim Hz. İsa'nın doğum gününü 1 Ocak (başlangıç) olarak kabul ediyorsa da bunun kesin olmadığı bilinmektedir.
Türkiye'de Miladi Takvimi İlk olarak Osmanlı devletinde İttihat ve Terakki partisi zamanında Takvim-i Garbi ismiyle 1917'de yürürlüğe konan Hıristiyan takvimi, Cumhuriyetin kurulmasıyla gerçekleştirilen köklü devrimler sırasında resmen kabul edilmiştir. 26 Aralık 1925 tarih ve 698 sayılı "Takvimde Tarih Mebdeinin Tebdili" hakkındaki kanunla, Hicri 1342 Ocak ayının ilk günü 1 Ocak 1926 olarak değiştirilmiş ve bu tarihten itibaren yeni takvim yürürlüğe girmiştir. T.B.M.M. tutanaklarında kanun şu şekilde resmilik kazanmıştır:
Kanun No: 698. Kabul tarihi: 26.12.1925.
Madde 1. Türkiye Cumhuriyeti dahilinde resmi devlet takviminde tarih başlangıcı olarak uluslararası takvim (milâdî Gregorien) başlangıç kabul edilmiştir.
Madde 2. 1341 senesi Kânûn-i evvelinin otuz birinci gününü takip eden gün,1926 senesi Kânûn-i sânîsinin birinci günüdür.
Madde 3. Hicrî Kamerî takvim öteden beri olduğu üzere özel hallerde kullanılır. Hicrî Kamerî ayların başlangıcını rasathane resmen tesbit eder.
Madde 4. İşbu kanun neşri tarihinde muteberdir.
Madde 5. İşbu kanunun ahkâmını icraya İcra Vekilleri Hey'eti memurdur T.B.M.M. Kanunlar Dergisi, c.1 V, Atatürk İnkılâbı, Kültür Bak. Yay. Ankara 1984, s. 497).
"1927 yılından itibaren Türkiye müslümanları ve hristiyanlar halkı ilk kez ortak bir yıl hesabı kullanmaya başladılar. Aynı şekilde, yine ilk kez, birçok Türk, Avrupa âdetlerine uyarak yılbaşlarında birbirlerine iyi dileklerini ilettiler" (bk. Paul Geııtizon, Mustafa Kemal ve Uyanan Doğıı, çev. Fethi Ülkü, Kültür Bakanlığı yayınları, Ankara 1983. s. 145. Gotthard Jaschke, Yeni Türkiye'de İslamlık, Türkçesi, Hayrullah Örs, Ankara, 1972. s. 29-30).
Cumhuriyet devrimlerinden sadece birisi olan milâdi takvimin kabulüyle Türkiye müslümanlarının bin yıllık islamî geçmişleriyle aralarına engeller konulmuş ve bundan böyle hristiyan Noel baba kültürü halk arasında yaygınlık kazanarak batılılaşma resmî devlet politikası halini almıştır. Hafta tatilleri pazar gününe alınmış,1935 yılında ise Yahudilerin hafta tatilleri olan cumartesi günleri yarım gün tatil edilmiş, 1974 yılında cumartesi tatili tam güne çıkarılmıştır. Ancak Müslümanların tatili olan cuma günleri için aynı durum söz konusu olmamıştır.




“GÖK ÇIKRIĞI” VE “FELEK”

“Felek Uğurlu döner,
“Gece gündüzü örter!…”
Çok Eski bir Türk Şiiri

image0023.jpg
Türk Takvimi
İslâm dünyasındaki “Felek” ve onun çoğulu olan “Eflâk”, eski Türk mitolojisinde de yeri olan, önemli bir konu idi. Felek, genel olarak, yalnızca gökyüzü için söylenmiş bir deyimdi. Felek sözünün çoğulu olan eflâk ise, ayı, güneşi ve bütün yıldızlarla gezegenleri de içine alan bir deyimdi. İslâm âlemi, yıldızları da içine alan fezaya, çoğulla nasıl Eflâk diyorlar idiyse; Türkler de bu sonsuzluğa “Kökler” yani “Gökler” diyorlardı. Türk mitolojisinde göklerde Hanlık eden kahramanlardan söz açıldığı zaman, bunlara da “Kökler Kanı” yani “Gökler Ham” denirdi. Bugünkü türkçemizde de “Gökler hâkimi”, v.s. gibi, diyegeldiğimiz deyimlerimiz de, bu alışkanlıkların sonucu olsa gerekir.
Önasya’nın yüksek kültürlerine göre Felek, durmadan üzerimizde dönen gök kubbesinden başka bir şey değildi. Bu astronomik inanış, esas itibarı ile Ptoleme, yani Batlamyus’un astronomik nazariyesine dayanıyordu. Araplar ve İranlılar, gök kubbesinin durmadan döndüğüne inandıklarından bu dönüş haline “Gerh-i Felek” demişlerdi. Türkler de bu deyimi türkçeleştirerek “Çarkı Felek” yapmışlardı.
Eski Türk ise durmadan dönen bu gök kubbesine “Gök Çığrısı” diyorlardı. Eski Türkçede “Çığrı” sözü, değirmen, su dolabı gibi, aletlerin çarkları için kullanılan bir deyimdi. İp eğirmek için kullanılan çıkrıklarla, ip makaraları da bu adla anılırlardı. Bugünkü türkçemizde kullandığımız “Çıkrık” sözü de, çığrı’nın bir küçültme eki ile türemesinden başka, bir şey değildir.
X. veya XI. asırda söylenmiş olan şu eski Türk şiiri, türklerin felek ve gök çığrığı hakkındaki düşüncelerini, bize açıklar bir durumdadır:
“Tüngri ajun törütti,
“Yulduzları çerkeşib,
“Çığrı edh tezginür,
“Tün kün üze yörgenür”.

“Tanrı Acun yarattı,
“Yıldızlar sıralanır,
“Felek uğurlu döner,
“Gece gündüzü örter”.

“Gök Çıkrığı”nın dönüşü, insanlara iyi veya kötü talih getiriyordu:
Bu şiir, bize çok şeyler öğretiyor. Unutmayalım ki İslâmiyetten sonra da Türkler, talih ve kaderlerini hep feleğin dönüşüne bağlıyorlardı. Bütün kötü kaderler, “Kahpe Feleğin” bir oyunu idi. Kötü şanslardan sonra, iyi günlere kavuşabilmek de, yine feleğin tabiatından ileri geliyordu. Bu şiirde, “Tanrı Acunu yarattı, gök çığrısını, yani felek de uğur verir bir şekilde dönmektedir”, deniliyor.
Zaten şair, şiirinin başlagıcından beri, Tanrı’ya teşekkür etmektedri. Bunun için de, her şeye rağmen, feleğin iyi döndüğünü kabul ediyor. Eğer Tanrı isteseydi, gök çığrısını, yani feleğin çarkını, insanlara daha çok kötülük verebilecek bir şekilde de döndürebilirdi.
Türkler, çarkı feleğin dönüşünü, “tezginmek” fiili ile karşılıyorlardı. İnsanlar da bir şeyin etrafından döner ve ona saygı gösterisinde bulunurlarsa, bu işi de aynı fiille ifade ederlerdi. Kâbenin etrafında dönüş ve Kâbeyi tavaf ediş de, bir nevi “tezginmek” idi. Tabiî olarak felek, çok da çabuk dönüyordu. Bu sebeple bu fiil, çabuk dönme halini de içinde topluyordu. Bu şiire göre, “Gök çevresi, kendi etrafında böyle dönerken, yıldızlarda birbiri arkasına takılıp, bir sıra ve düzen içinde dönmekte” idiler. “Yıldızların böyle sürü halinde; fakat sıra sıra ve düzen içinde dönmelerine” de Türkler “Çergeşmek” derlerdi. Anadolu’daki “Çerge” sözünün aslı da, buradan gelir.

“Gece” ve “Gündüz” de, Gök Çıkrığı ile beraber dönüyorlardı:

Konu bununla da bitmiyordu. Gökteki Çarkı felek kendi etrafında dönerken, onun yanında bir dönüş de vardı ki, bu da “Gündüz ve gecenin dönüşleri” idi. Şiirin son satırındaki, “gece, günüdüzü örter” cümleside, bize çok şeyler ifade eder bir duruma idi.
Bu şiiriden açık olarak anlaşılıyor ki, “Türkler gündüz halini de, aydınlık bir kubbe gibi düşünüyorlardı”. Bunun üstünde de, çarkı felek ve yıldızlarla beraber, gece de dönüyor ve karanlık dünyayı örtüyordu. Bunun için şiirde, “gece, gündüzün üstünü örter” denmesinin manası bu olmalıdır.
Esasen Çin ve Ortaasya kültürünü tanıyanlar için, bu bir yenilik değilidir. Çin’de “Yang” (Aydınlık) ile “Ying” (Karanlık) prensiplerinin, devamlı olarak yer değiştirmeleri de vardır. Bu dönüş, gökte kendi kendini tamamlıyordu.
“Türk Takvimi”de, bu anlayış üzerine dayanıyordu. Gök, 12 parçaya ayrılmış ve parça da bir hayvanla sembolleştirilmişti. Aynı zamanda bu on iki parça. 12 burcu da temsil ediyordu. Biz burada Türk takvimini yeni baştan anlatacak değiliz. Fakat şunu, hatırlatmakta da fayda vardır:
“Türklerde, Gök Çıkrığı ile ilgili inançlar, yalnızca mistik düşüncelerin sonunda doğmamıştı. Türklerin Gök Çıkrığı dedikleri Çarkı felek, Türk takviminin de esasını teşkil eden bir prensip idi.”
Türkler, Gök Çıkrığı ile Felek’e sonradan “Evren” dediler:

Karahanlı devleti çağında, Türkler arasında bir “Evren” deyiminin ortaya çıktığını görüyoruz. Bu deyim bütün metinlerde, “Evren evrilür” yani “Evren döner” şeklinden geçiyordu. Öyle anlaşılıyor ki bu “Evren” sözü de, “evirmek”, yani evirmek çıkarmak fiilinden bir isim olarak türemişti. Eski Türk şairi şöyle diyordu:
“Evren oluverdi, Bey’e verdi taht;
“Tanrı tutu versin, bu taht ile baht.”

Yani şaire göre, “Evren oluverince ve iyi gidince, hükümdar da taht bulabiliyordu. Bunun için de feleğin insana gülmesi lâzımdı. Fakat feleğin bir defa verdiği bu tahtı tutabilmek için de, Tanrının insana baht ve talih vermesi lâzımdı. Niceleri vardı ki, feleğin verdiği taht üzerinde canlarını kaybetmişlerdi”.
Yine eski Türklere göre, Evren, yani felek dönerken, dünya da onunla beraber dönerdi. Eski Türk şairi şöyle diyordu:
“Sen ne kadar söylersen, Dünya tükenir gider,
“Kalır ancak yazarsan, Acun Evrenle döner!…”

Bu yeni anlayışla Türkler artık Ptoleme’nin astronomik düzeninin içine girmişlerdi. “Gök yıldızlar ve dünya, hep dönmekte olan Acun’un içinde” idiler. Dünya ise, içinde oturduğumuz ve gelip geçici dünyadır. Ebedî olan şey, yazılmış olan sözlerle acundur. Altay ve Batı Sibirya mitolojisine göre, “Burçlarla birlikte dünyada, Kutup yıldızının etrafında dönmekte idiler”.
Türkler “Gök Çıkrığı”nı, bir “Yay” şeklinde düşünüyorlardı:

Oğuz-Kağan destanı ile ilgili bölümümüzde, göğün sembolünün “Altın yay” olduğunu söylemiştik. Karahanlı çağında Felek için, artık “Evren tuçı” denmeğe başlanmıştı. Bu deyimin geçtiği, Kutadgu-Bilig‘deki eski türkçe şiir, şöyle diyordu:
“Yarattı kör, Evren tuçi evrilür,
“Anın birle tezginç, yime tezginür!…”

Bu şiirin gerçek anlamı, şimdiye kadar Kutadgu-Bilig’i tercüme eden ve açıklayan yazarlar tarafından anlaşılamamıştır. Şair ‘Evren’ sözü geçtikçe, hep Evren tuçı‘nın çevrildiğinden söz açmaktadır. Gerçi türkçede “Tuç” kelimesinin , “Tunç bronz” anlamına geldiğini biliyoruz. Fakat bu anlam ile, bir imkân yoktur. Şair ne diyordu? Yani çarkı felek tunçtan mı yapılmıştı? Böyle bir sonuca varabilmek için, tarihten ve etnografyadan bazı örnekler ve paraleller vermek gereklidir.
Hint mitolojisinde gök, okla yere bağlanmış bir araba tekerleği gibi düşünülmüştü. Hint Vedalarında geçen bu örnek, Türk ve İslâm mitolojisine çok uzak kalıyordu. Tunçtan yapılmış bir Evren düşünmek, elbette ki dayanıksız ve tehlikeli bir yoldur. Kanaatımızca bunun açıklanması da, ancak yine Anadolu Türkçesi sayesinde olabilecektir.
Osmanlıların silâhlar üzerinde yazdığı kitaplarda “Tuç” veya “Tuc” sözü, yayın iki uçları anlamına geliyordu. Yayın ipi de bu iki uca bağlanırdı. Tahminimize göre Türkler Evreni bir yaya benzetiyorlar ve bu yayın, iki ucu ile ufukta döndüğünde inanıyorlardı. Oğuz destanında da bu benzetmenin bir örneğini görebiliyoruz:
Oğuz-Han’ın veziri, rüyasında göğü baştan başa kesen altın bir yay görmüştü. Oğuzların Bozok boyları da, adlarını bu yaydan almakta idiler. Uygur harfleri ile yazılmış olan Oğuz destanında bu rüya, çok güzel olarak anlatılmıştır.
Evren’in dönüşünü anlatan şair, ayrıca Evrenle birlikte dönen, bir de “Tezginç” den söz açmaktadır. Az önce söylediğimiz gibi “tezginmek” eski türkçede “bir şeyin kendi etrafında dönmesi” anlamına geliyordu. Tezginç sözü ise, eski Türk sözlüklerinde “kıvrımlı ve büklümlü yol” anlamı ile karşılanıyordu. Bu cümle ile çarkı felek’in takip ettiği yoldan mı; yoksa insanların eğri büğrü kader yollarından mı söz açılmak isteniyordu. Maalesef gerçek manâsı şimdilik pek anlaşılamıyor. Çarkı feleğin dönüş halini ifade etmiş olması da muhtemel görülebilirdi.
5. MÜSLÜMAN TÜRKLERE GÖRE “FELEK”

İslâm Tasavvufunda “Göğün Katları”, yukarıdan aşağıya doğru, şöyle sıralanmışlardı:
Dokuzuncu katın yukarısı: “Atlas”.
Dokuzuncu kat: “Arş”.
Sekizinci kat: Yıldız ve burçların bulunduğu ve döndükleri kat.
Yedinci kat: 7 kattan meydana gelen göl katları.
Nitekim, Yunus Emre’nin söz açtığı, “Dokuz arslan u yedi evren-ü dört ejderha” deyimi, yalnızca gök katları ile değil; yıldız ve burç sayıları ile de ilgilidir. Bunun üzerinde derin olarak durmayacağız. Gök, durmadan döner ve göğün dönüşünden şu şeyler çıkardı: 1. Sıcak, 2. Soğuk, 3. Kuruluk, 4. Yaşlık, meydana gelirdi. Bunlardan da “Dört unsur” doğardı. Bu deyimleri bilmeden, eski Türk edbiyatını anlamanın imkânı yoktur.
Türkler “Felek”i, “Elek”e benzetiyorlar:

Türkler “Ebekuşağı” nı bir eleğe benzetmişlerdi. Bunun için de arapçadaki “Alâimi Sema” deyimi, türkçede “Eleğim-sağma” şekline girmişti. Ahmed Vefik Paşa gibi geniş bilgili bilginlerin fikri bile bu yolda idi. Aslında ise bu, bir halk benzetmesi ve etimolojisinden başka bir şey değildi. Fakat Türklerin “Felek”i, bir “elek” e benzettikleri de bir gerçekti.
Türk halk edebiyatında bunun birçok örneklerini görüyoruz. Ayrıca, bu iki söz arasında, bir kafiye benzerliği de vardı. Nitekim XVII. yüzyılda yaşamış olan Türk halk şairi Kul Adil, şöyle diyordu:
“Her insanda yetmiş ikidir melek,
“Feleğin misâli heman bir elek,
“Dört kapusı vardır, Oniki çırağ,
“Delilü burhandır uyabilürsen!”

Felek, insanları eleyip ayırması bakımından da bir eleğe benzetilmiştir. “Oniki çırağ” ise, “Oniki burç” dur. Yunus Emre, Felek’i göğün en üst yani Atlas katına uzatmıştır:
“Felek-i Atlas’da durdum,
“Muhammed nûrunu gördüm,
“Yedi kezin cevlân urdum,
“Bu benim karağım anda!”

İranlı şair, Şeyh Mahmud Şebüsterî‘nin Gülşen-i râz eserinin türkçe tercümesinde ise Felek, yalnızca “Arş” yani 9 uncu kat ve altındaki göklerle beraber dönmektedir.
Bu gökler Arş ile gerçi dönerler,
“Gâhi ağarlar u gâhi inerler!”

Bu sözlerle, göklerin dönmesi sırasında, alçalıp yükseldikleri de söylenmek isteniyordu. Türkler Felek’i bir yandan elek’e benzetirken, Yunus Emrede kendisinden önceki mutasavvıfların tesirinde olarak, Felek’i değirmene benzetiyordu:
“Dünya bir değirmendir ol çalaba fermandır,
“Azraildir demişler, ol unu öğüdüne!”

İslâmiyetten önceki çağlarda Türklerin de Acun, yani dünyayı bu anlamda kullandıklarını söylemiştik…
“Gökte gece olmaz” inancı, eski Türklerde de vardı:
Eski Türk inançlarında ve Ortaasya şamanizminde olduğu gibi Türk Tasavvuf edebiyatında da, “Göğün üst katlarında gece ve gündüz gibi bir ayrılık yoktu”. Bu katlar, her zaman için aydınlık ve nurlu idi. Bunun örneğini de yine Yunus Emre‘den alalım:
“Ol Felekte dün olmaz”,
“Ay, gün doğup dolunmaz!”

Tasavvuf edebiyatındaki “Dokuz eflâk” deyimi ile “Göğün dokuz katı” söylenmek istenmiştir. Aynı deyimin içinde “Dokuz bruç” da gizlidir. Yunus Emre, buna “Dokuz arslan” diyordu. Avrupalılarda, meselâ Alman edebiyatında da “Neuen Planeten Kreis”, yani “Dokuz gezegen çevresi” deyimi meşhurdur. Türk edebiyatında Felek için söylenmiş örnekler sayısızdır. Türk halk şairleri, yukarıda anlattığımız inceliklerin pek farkında değillerdi. Meselâ Pîr Sultan Abdal‘ın bir şiirini buraya örnek olarak alalım:
“Gördüm Felek semalarda dönüyor,
“Talib olan mürşidinden kanıyor,
“Yüreğimde bir ot düştü yanıyor,
“Yanar, ya Muhammed, Ali çağırır!”

Eski Türklerde de “Dokuz kat gök” deyimi, hem çok yaygın ve hem de yerlidir. Zaman zaman “Dokuz burç” tan da söz açılmıyor değildi. Fakat Türklerle Çinliler, “Oniki burç” a daha çok önem veriliyorlardı. Çünkü bu anlayış, takvim düzenine de uygun geliyordu.
6. TÜRKLER VE SONSUZ FEZA

“Yeşil Gök yarattı,
“Üstüne de yıldızı!…”

Kutadgu Bilig
Tanrı, Uzayın sonsuzluğunda otururdu:

Burada “Uzay” deyimi ile, göğün mavilikleri içinde kaybolmuş, sonsuz bölgelerini anlatmak istiyoruz. Dünya, bir “Gök kubbesi” ile, sonsuz uzaydan ayrılmıştı. Türkler, Gök Kubbesi ile ayrılmış olan bu göğü, Uzaydan ayrı bir varlık olarak görüyorlardı. Onlara göre gök kubbesi, daha çok Dünya ve yer ile ilgili idi. Mitoloji bilimlerinde, “Uzay ile Dünyanın tümüne Cosmos adı verilir”. Bilim adamlarına göre, “Dünya, Micro - Cosmos”, yani “Küçük Âlem” dir. Yıldızların dolaştıkları gökler ile sonsuz Uzay ise, “Macro-Cosmos”, yani “Büyük Âlem” dir. Türkler, genel olarak Gök Kubbesini, Dünya, yani Micro-Cosmos’la ilgili tutmuşlardı.
Türklerin, canlıların kaynaştığı ve kuşların uçuştuğu havayı, bu sonsuz kutsal mavilikle karıştırmağa gönülleri ve akılları el vermemişti. Bunun için de “Kalık” eski türkçede hemen üsütümüzdeki hava, yani Micro-Csmos idi. “Kök Kalık” ise göğün sonsuzluğunu, Macro-Cosmos’u ifade ede gelmişti. Yıldızlar âlemi de, bu göğün içinde idi.
Eski Türklerin “Üze-Kök Tengri” deyimi, Çinlilerin Şang-T’ien, yani “Yüksek, kutsal gök” deyimlerinin karşılığı idi. Cengiz Han’ın ataları olan Bozkurt ile güzel geyik de, bu yüksek ve kutsal gök’ten, (Yani moğolca De’ere Tenggeri’den) yere inmişlerdi. Bu yüksek gök, ay ile güneşin, yıldızların ve nihayet en üstünde de, Büyük Tanrı’nın oturduğu bir bölge idi.
Türklüğün eski ve büyük kültür hazinesi Kutadgu-Bilig, gökle, büyük ve kutsal göğü birbirinden şöyle ayırıyordu:
“Yaşıl Kök yarattı, öze yulduzı”. Yani Tanrı, “Yeşil bir gök yarattı, üstüne de yıldızı!”
Eski Türk düşüncesine göre Tanrının bulunduğu yer, yıldızların, ayın ve hatta güneşin de üstünde idi. Tanrının yeri ise, yükseklerin yükseği ve daha yükseği olmayan sonsuzlukta idi. Bu sebeple eski Türkler bu sonsuz yüksekliği “Üzeliksiz”, yani “Daha yükseği bulunmayan ebedî sonsuzluk” adını verirlerdi. Kutsal kitaplarda bu yere, yine türkçe “Üstünki”, yani “En üstün olanı” adı da verilmişti. Tabiî olarak göğün bu yüksekliği yanında, yerin ve kâinatın da sonsuz bir derinliği vardı. Türkler, bu sonsuz derinlik için de “Tüpsiz tering”, yani “Dipsizcesine derin”, deyimini kullanıyorlardı.
Tanrıların oturduğu göğün en yüksek katı ve sonsuzluğu için söylenmiş eski türkçe başka bir deyimde de vardır. Eski Türkler bu kutsal yerleri “Tengri yerleri”, yani “Tanrının oturduğu yerler” diye adlandırırlardı. Bu konuya, Gök katları ile ilgili bölümümüzde yeniden döneceğiz.
7. GÖK KUBBESİ BİR ÇADIR GİBİ
“Gök olsun çadırımız!
“Güneş de bayrağımız!…”

Oğuz - Kağan
Türklerin gök kubbesini bir çadır gibi düşünmeleri:

Atlı Türklerin, iki ayrı âlemleri vardı. Bunlardan biri, kendi aile dünyaları ki, bu kendi çadırlarından kurulmuş olan düzendi. Diğeri de büyük Tanrı âlemi. Bu da, gök kubbesinin altında ve üstünde düzenlenmişti. “Türk devleti ise, yerle Gök kubbesi arasında, Dünyanın yönlerine göre yerleştirilmiş ve kurulmuş, üçüncü bir varlık idi”.
Şamanist Türklerle, geri Türk toplumlarında “Gök kubbesi”, sert bir kabuk gibi tasavvur edilmişti. Büyük devletler kurmuş ve imparatorluk hayatı yaşamış Türklerde ise bu inanış, yalnızca sembolik olarak kabul edilmiş ve “Cihân devleti” mefhumu da, bu ideal ile tamamlanmıştı.
Uygurca yazılmış olan Oğuz destanında, Oğuz Han şöyle diyordu:
“Kun tuğ bolgıl, kök kurıkan!” Yani: “Güneş, tuğumuz, bayrağımız olsun; gök de çadırımız!” Türkler bunları söylerken, kendi dünya imparatorluğu ideallerini de ifade ediyorlardı. Sembolik olarak güneşi Türk devletinin bayrağı ve gök kubbesini de, bir Türk çadırı olarak düşünüyorlardı. Bu, artık devlet idaresinin felsefesine erişmiş ve edebiyat yapabilen Türklerin düşünceleri idi.
Bir de bu düşüncenin doğup da geliştiği ve biraz da ilksel din anlayışları vardı ki, bunları da henüz daha geri bir hayat yaşayan Türk halklarında bulmak mümkündür. Yıldızlarla ilgili bölümümüzde, bu konu üzerinde uzun olarak durmuştuk. XIII. asırda Ortaasya’ya seyahat eden seyyahlar, Ortaasyalı atlı göçebelerin çadırlarını gök kubbesine nasıl benzettikleri konusunda, uzun uzun durmuşlardı. Kutadgu-Bilig yazarı da, “Tanrı göğü yarattı, üstüne de yıldızı” derken gökle yıldızlar âlemini birbirinden açık olarak ayırmış oluyordu. “Türk devleti de, Gök kubbesi ile gökyüzü arasına oturtulmuştu”. Türk devlet teşkilâtındaki bölümlerin sayılarının bile, nasıl birer “Takvim birimleri” olduğunu ayrı bir bölümümüzde göstermiştik.

“Küçük Gök”, kapılı ve pencereli bir kubbe:

“Göğün bir kubbeye benzetilmesi”, Önasya ve İslâmiyette de görülür. Türkler göğü bir çadır kubbesine benzetirlerdi. Bu konuda sayısız örnekler vardır. Said Emre göğü, yerin üstüne örtülmüş bir sayvan gibi görüyordu.
“Bizedün gökyüzü rahmet nurıyla,
“Yaratdun gökleri, bu yire sayvan!”

Said Emre’nin kullandığı “Gökler” deyimi, bir nevi “Semâvat” sözünün karşılığıdır. Fakat bu konu ile ilgili bölümümüzde söylediğimiz gibi, Eski Türkler ile Şamanist Türkler de bu deyimi kullanıyorlardı. Gök kubbesinin kapısından söz açanlar da vardır. Bazı Türk şairlerine göre, gök kubbesinin kapısı yoktur.
“Göründü gözüme bir kubbe zâhir,
“Kapusı yok, düzetmiş şöyle Kadir!”

Bazılarına göre de gök kubbesinin kapısı vardır. Meselâ bektaşî şairi Derviş Mehmed’e göre, bu kapıların ededi bir tane mi; yoksa bin tane miydi? Bunu kimsenin bilmesine imkân yoktu:
“Bir mi, bin mi bu kubbenin kapusı,
“Diyen bilmez, bilen demez, ne seyran!”

Ortaasya’da gök kubbesinin katı bir kabuk gibi düşünüldüğünü söylemiştik. İslâmiyeti kabul eden Türkler de, sembolik olarak, göğü katı bir bina kubbesine benzetmişlerdi. Kubbeye benzetme, Kur’an’da da vardır. Ama semboliktir. Fakat halk, herhalde eski düşüncede idiler.
8. GÖĞÜN KATLARI
image0031.jpg
Çift başlı kartal
Batı Türklerine göre gök, “Yedi kat” idi:

Göğün katlarının sayısı, Batı Türklerine göre “Yedi” ve Doğu Türklerine göre ise, “Dokuz” idi. Elbette ki bunun orijinal olanı dokuz rakamıydı. Başlangıçta bütün Türkler, herhalde göğün dokuz kat olduğuna inanıyorlardı. Fakat zamanla batının tesiri altında olarak, Batıdaki Türkler, yedi rakamına doğru kaymışlardı. Bu tesir herhalde çok erken çağlardan itibaren başlamıştı. Çünkü Batı Göktürk-Kağan “İstemi-Kağan”, Bizans İmparatoruna yazdığı mektupta kendisinin “Yedi iklim hükümdarı” olduğunu söylüyordu.
Dünyanın yedi bölümü ayrılmış olması, bilhassa İran mitolojisinin özelliklerindendir. Çin’de ise dünya 12 bölüme bölünmüştü. Altay Türklerinin türlü efsanelerinde 12,16 ve 17 katlı göklere rastlamak mümkündür. 12 ve 16 sayıları da, birer takvim rakamları idiler. Fakat 17 sayısı üzerinde biraz daha uzun durmamız gerekmektedir.
“Göktürk Yazıtları”, İkinci Göktürk devletinin kurucusu İlteriş-Kağan’dan ve onun devleti kuruşundan söz açarlar iken, önce “O’nun etrafına 17 kişinin toplandığından” bahsederler. Sonradan bu “On yedi kişi 70 oluyor ve yetmiş kişi de 700 olarak devleti kuruyorlar”. Bu rakamlardan da anlaşılacağı üzere, Göktürk yazıtları bu bölümde, bir nevi mitoloji halini almış ve olaylar mitolojik rakamlarla ifade edilmeğe başlanmıştı.
Öyle anlaşılıyor ki Türkler, önce yediye bir on ilâve etmek ve sonra da yediyi onla çarpmak yolu ile, yeni mitolojik katlar elde ediyorlardı. Bütün bu sayıların kökü de yedi rakamından geliyordu. Yukarıda söylediğimiz gibi Doğu Türklerine göre gök “dokuz” kat; Batı Türklerine göre ise; “yedi” kat idi. Bunun sebebi, biraz da Batı Türklerinin İran‘a yakın olmaları ve güneyden tesir almış olmalarından ileri geliyordu. Said Emre de Yedi kat göğü bir adımda alıyordu:
“Derviş bir adamı atmış,
“Yedi sekiden değil,
“Yedi kat göğe yetmiş!
“İşbu söz işareti!”

Gök gibi yerde yedi kattır. Hepsi 14 kat ediyordu. Bu da İran mitolojisinin bir özelliğidir. Biraz geç zamanlara ait olmasına rağmen, aşağıdaki Bosnavî‘nin şiiri, bu inanışı güzel anlatıyordu:
“Yedi yer, yedi gök bünyâd olmadan,
“Ay ile gün, yıldız icâd olmadan,
“Dünya dedikleri abâd olmadan,
“Kıbledir Muhammed, secdemdir Ali!”

Türk edebiyatı ile Türk atasözlerinde bunların örnekleri sayısızdır.
Doğru Türklerine ve eski Türklere göre “Dokuz kat” gök vardı:

Göğün dokuz kata olması ise, daha akla yakın ve astronomik bir düzene bağlı idi. Esasen 9 rakamı, Ortaasyalıların her türlü kutsal şeylerinde görülen önemli bir sayı idi. Fakat ortaçağdan itibaren Avrupa’da da, “9 planetenkreis”, yani “9 gezegen çevresi” an’anesi çok yayıla gelmişti. Buna rağmen Batı Türklerine ve hatta Osmanlılara, bu dokuz an’anenin tesir etmemiş olması, üzerinde durulacak bir noktadır. Kaşgarlı Mahmud bile, “Yetti kat kök”, yani “Yedi kat gök”ten söz açıyordu. Anadolu’da da, “Yedi kat gök” inanışı yaygındır.
Gök katlarının durumunu anlama bakımından, Şamanların “Göğe çıkma törenleri” hakkında verilen bilgiler çok önemlidir. Bu törenler hakkında verilen bilgiler arasında, Türk kültürü ile ilgili önemli haberlere rastlamak da mümkündür. Ancak bu bilgilerin çoğu geçen asra, yani oldukça geç çağlara aittir.
Bu raporlar arasında en eskisi, bir Altaylı Şamanının göğe çıkış merasimi ile ilgilidir. İsmi bilinmeyen eski bir seyyah, bu törenleri el yazısı ile tespit etmiş ve bu rapor da 1840 da, bu bölgeye gelen Rus misyonerleri tarafından ele geçirilmişti. Bu çok önemli raporun içindekileri özet olarak aşağıya vermeyi faydalı buluyoruz. Bu törenin oldukça eski olmasına rağmen, Şaman’ın 9. kata, Tanrının yanına kadar çıktığını görüyoruz.
Halbuki Şamanizmin esas prensiplerine göre, “Şaman’ın 5. kattan yukarısına gitmemesi” gerekiyordu. “Kutup Yıldızı” ile ilgili bölümümüzde de göstereceğimiz gibi, “5. katta kutup yıldızı ve ğöğün kapısı” bulunuyordu.
Bundan sonrada ruhlar ve tanrılar âlemi başlıyordu. Bu âlemde insanların yeri yoktu. “Şamanlar, bu kapıda ancak Tanrı’nın gönderdiği elçilerle konuşabilirlerdi”.
Şaman’ın binerek göğe çıktığı atın ruhu “Pura”, Hazreti Muhammed’in mirâçta bindiği “Burak”a benzemektedir. Bu törende, “Şaman’ın kutsal silahının yay ve ok olması” da, ayrıca önemli bir haberdir. Evi bekleyen ve içeriye kötü ruhları sokmayan “Eşik ruhu” Anadolu’da da vardır. Büyülerin de eşiğe yapılmasının bir sebebi olmalı idi. Bu ruhun silâhının “Bakırdan bir kılıç” olması da önemlidir. Eski Türkler gibi onlar da “Çadırın kapısını doğuya açıyorlardı…”
Göğün “Kapı bekçileri” olan “Çift başlı kartal”lar:

Yakut Türklerinin, göğün üst katında, efsanevî Çift başlı bir kartal bulunduğuna inandıklarını söylemiştik. Yakut Şamanları, “Göğe çıkma törenlerinde”, böyle çift başlı bir kuş heykelini bir sırık üzerine koyuyor ve bundan sonra da törenlerine başlıyorlardı. Böyle bir töreni, başka bölgelerin hiç birinde göremiyoruz. Törenlerde bir sırık üzerinde dikilen üç kuştan “Batıda” bulunan, çift başlı ve efsanevî “Öksökö-Kıl” adlı kuştu. Doğuya dikilen direğin üstünde de “Sour” adlı bir karga heykeli bulunuyordu. Ortadaki direkte ise, yine efsanevî “Kei-kıl” adlı bir kuşun heykeli duruyordu. Bundan sonra da göğün 9 katını temsil eden ağaçlar geliyorlardı.
Bahaeddin ÖGEL
NOT: Bu yazı “heddam.com” Sitesinden alınmıştır. Teşekkür ederiz.

Yorum Gönder Blogger

DİKKAT!
İfadeler şekiller, jpg, gif, png,bmp formatlarında resim, foto, video, müzik ekliyebilirsiniz.Resim eklemek için-- [img] resim linki [/img] // Müzik eklemek için :-- [nct]Müzik linki [/nct] Youtube Video ekleme:-- [youtube] Youtube Video Link [/youtube] Link kapanış kutucukların arasına boşluk bırakın
***KÜFÜR HAKARET İÇEREN YORUMLAR SİLİNECEKTİR***
Gülen ifade eklemek için işaretleri kullanın
:) (: :)) :(( =)) =D> :D :P :-O :-? :-SS :-t [-( @-) b-(

 
Tavizsiz © 2013. All Rights Reserved. Shared by WpCoderX
Top